Başbakan “Sesiz bir devrim” gerçekleştirildiğini açıklayalı çok olmadı. Haklıydı, yalnızca 1923’te kurulan Cumhuriyet devletini kökten değiştirmekle kalmıyor; Osmanlı döneminde bile her türlü yontmaya ve yozlaşmaya karşın bir türlü yıkılamayan Türk egemen devlet yapısı da sonunda silinecekti.
Çok milliyetli, çok dinli, çok yönetimli; ama esas olarak Arap milliyetçiliğine dayanan bir üst yönetime sahip devlet kurma; mezhepler uzlaşmasını gözeten yeni bir rejim için atılan adımlardır “sessiz devrim” denilen girişim.
Anadolu’da yüzlerce yıldır yaşayan Türk egemenliğini yıkmak isteyen emperyalizm, Ortadoğu’nun Arap hanedanları, imparatorluk hülyalarıyla Türkiye’ye karşı düşmanlığı bazen açıktan bazen maskeli olarak sürdüren Acem tiranlığı, Büyük Bizans ideali peşinde koşmaktan bir türlü caymayan Atina devleti ve Fener Kilisesi…
Kimisi “liberalizm” diyerek, kimisi “etnik özgürlük” ve pek çoğu “din hürriyeti” ve “çok kültürlülük” diyerek dışarının yayılmacılarıyla ilan edilmemiş bir anlaşma içinde birleşiverdiler.
Türklerin ve Cumhuriyet devletinin ideallerine bağlı bin yıllık kardeşlerinin uyurgezerliğinde “Nasıl olsa bir şey olmaz” inancından kaynaklanan aymazlığından yararlanan “değişim koalisyonu” amacına ulaşmak üzerdir.
Değişimin ilkeleri ya da programı herkesin anlayacağı bir dille ilan edilmemişti. Yıllar içinde taksit taksit benimsetildi. Açıktan şiddete başvurulmamıştı; ama kurumların kilit yerlerine “değişim” inançlılar yerleştirilmişti. Özel yetkili mahkemeler, “sessiz” devrimin sindirici gücüne dönüşüverdi. Alışılagelmiş yasalar, kuralların yerini “devrimci” merkezin emirleri aldı. Herhangi bir toplu direnişle karşılaşmamak için genel yüklenme yerine parça parça sindirme programı uygulandı.
Emperyalist odaklar, geleneksel devletin yıpranmasından hoşnuttular; içerdeki gücü kendi yararlarına davrandığı sürece desteklediler. İçerdeki güç de aynı amaçla onları kullanabileceğine inançlıydı.
Ne var ki dışardakiler yıkılan Türk devletinin yerine; Arap-Fars İslamının egemen olacağı bir devletin oluşmasına izin veremezlerdi.
İçerdekiler de yüzlerce yıl sonra Arap-Fars-Kafkas Müslümanlarının birliğiyle kurulacak bir birleşik İslam imparatorluğunun karşısında en büyük engel olan Türk devletinin yerine kendi sultanlıklarını kurmalarına ramak kalmışken, iktidarı bırakıp gidemezlerdi. Böylesine bir fırsat yüzlerce yılda bir gelirdi.
“Kemalist” ve “Laik diktatörlük” hazır çökmüşken, işin ucuna gelmişken duraklamalı mı, yoksa yasal kurumların, mahkemelerin kâğıt üstünde geçerli olan yaslara dayanarak verecekleri kararlar hiçe sayılmalı ve hazır güç eldeyken kararlı bir “devrimci” adım atılmalı mı?
Zor soru! Yanıtını ancak gözü pek İslam devrimcisi liderler verebilir
Her şeyi göze alarak Anayasanın tersyüz edilmesi; Yargıtay’ın ve Anayasa mahkemesi kararlarının yok sayılması, Ortadoğu’da Hizbullahi davranışlara girişilmesi, Batı’ya açıktan kafa tutarak güç sınanması; yeni ittifakların denenmesi…
Çevreden herhangi bir tepki gelmemesi için Atina ve Ermenistan’la Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlık kavgasından miras sürtüşmelerin “sıfırlanması”; Türkiye sınırlarının tüm Arapların serbest geçişine açılmasını, günlük siyaset kapışmalarından sıyrılarak, yönetenlerin ideolojik amaçlarını gözardı etmeden düşünmenin tam zamanıdır!
Sorular açıktır:
* TSK’nin de amaçlara uygun biçime sokulması için “gemi limana” sabırla ilerletilecek mi yoksa “sesli” devrim aşamasına mı gelindi?
* Anayasa ve yüksek yargı kısa devre edildikten sonra serbest bir seçimle iktidara gelineceğine inananlar, gücü elinde bulunduranların kararlığını görmezden gelerek genel seçim nutukları mı atacaklar yoksa halka devlet üstüne oynanan bu oyunu mu anlatacaklar?
17 Haziran 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder