"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” diyecektir. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir." İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!"

2 Haziran 2010 Çarşamba

Bizi Bu Havuzlara Kimler Itiyor?

Recep ve “0 sorunlu” Ahmet Bey’ler bu sorunun yanıtını acaba hiç düşünüyorlar mı? Düşünmüyorlar, herhalde. Zaten düşünmelerine de gerek yok. Onların adına başkaları düşünüyorlar… Düşünseler, her seferinde “güzel kadını” kurtarmak ve de yaranmak için cumburlop havuza atlamaya gönüllü olmazlar…

Gelin, biz biraz düşünelim. Beyefendilerin davetli olduğu ilk havuz partisi Kıbrıs’ta idi. Avrupalı efendilerinin güçlü omuz darbesi ile Annan havuzuna itilmekle başlayan kurtarma çabası, kurtarılmak istenen Rum güzelinin redd-i aşkı ile son buldu. Allahın hikmeti, bu redd-i aşk, tesadüfen Türkleri kurtardı. Sonra ilk seçimlerde Türkler kendi kendileri kurtardılar. Beyefendiler hala Rum güzeline kur yapmaya devam ediyorlar. Osmanlı’dan beri tekfurların kızları pek makbuldür …Lakin, bu yasak ve karşılıksız aşkın ürünü “limanlar protokolünü” Meclise getirmeye utanıyorlar…Zaten damat adayını oldum olası beğenmeyen Avrupa da, bu fırsatı kaçırmıyor “böyle vefasız aşk olmaz, ben de seni eve almıyorum” deyiveriyor.

Daha sonra, okyanus ötesinin küresel efendisi “artık, siz kendiniz havuz partileri tertipleyin” buyurunca ve de Çankaya efendisi “iyi şeyler olacak…” deyince, adı “kürt açılımı”ndan başlayıp, demokrasi açılımında karar kılınan havuz partisi, skandale dönüşünce, tarafların hevesleri kursaklarında kalıyor. Davet sahibi efendiler şaşkın şaşkın bakınırken, konukların” atla havuza, bizim Apo’yu kurtar, sonra da havuzu bize bırak git…” talepleri devam ediyor.

Ermenilerle, Ahmet Beylerin şeref konuğu olarak davet edildikleri havuz partisi de okyanus ötesinin talebi ile başlayıp, yedi düvelin nazik ısrarları ile sürdü. İki tarafı da havuza itip birbirinizi kurtarın denilince, iki taraf da zıt istikametlere kurbağalama yüzüp, ne kadar seviştiklerini ! dünya aleme göstermiş oldular…

Bu arada, maşukuna, fakir kızla beşik kertmesi uygulanmasına, varlıklı Azeri sevgili kızıyor, kendini ihanete uğramış hissedip, hırçınlaşıyor.

Efendilerin canı sıkkın, bunca çabalarına karşın ne İsa’ya, ne Musa’ya yaranamıyorlar.(Acele etmeyin, Musa’ya da sıra gelecek…) Bunun üzerine vuruyorlar kendilerini sanatçı, şarkıcı, Roman açılımlarına…

Ya Recep Bey’in, 2009 yerel seçimleri öncesi, Davos’da, kapısında “One minute” yazan buz gibi havuza balıklama atlayıp, havuzdan “Ortadoğu amigosu” olarak çıktıktan sonra, Yeşilköy’de bindirilmiş kıtalarca Davos fatihi olarak karşılanması…Bu balıklama atlayışa Recep Bey’i iten faktörün, Obama ve yakın çevresindeki demokrat entelektüellerin İsrail yönetimine duydukları antipati olduğu söylenemez mi? Kendi ekibinin açıkça yapmak istemediğini bir taşerona yaptırmak… Ama, Amerikayı yönetenlerin, Bush gibi son derece antipatik bir vitrinden sonra, babası Müslüman, annesi Afrika’da tavuk kovalayan zarif bir siyah entelektüel Obama ve ekibi değil, dünyayı çıkarlarına göre şekillendirmeyi amaçlayan siyonist yanı ağır basan küresel sermaye olduğu algılanamaz mı? İşte, burada Recep Bey havuza şaşkın ördek misali, o güne kadar izlediği doğrultunun aksine, tersinden girmeye başlamıştır. Sudan, Hamas, İran ilişkileri de cabası…

Gelelim bir satranç masası şeklindeki Acem havuzuna… Bu havuzun sahibi, yaptıkları her hamlenin, üç adım sonra girişeceği hamleyi düşünerek planladığı söylenen bir diplomasidir. Recep Bey bu havuza da Obama tarafından itilmiştir.

Zaten, şimdi bundan şikayetçidir. Yine, Obamadan önce, küresel sermaye’nin renk ve tercihlerini hesap edememiş olduğu anlaşılıyor. Bölgedeki suları gerçekten çok bulanık havuzlara birileri her ittiğinde, iyice hazırlanmadan, ulusal çıkarları özümsemeden cumborlop atlamak, inşallah ülkeye telafisi güç zararlar getirmez.

Havuz sarhoşluğu ile Takas anlaşmasının önemli bir diplomatik zafer olarak ilan edilmesi erken olmuştur. Türkiye-Brezilya-İran arasında Takas anlaşmasının imzalandığı gün A.B.D., Rusya ve Çin, zaman kazanmak için dünya kamuoyunu yanılttığına inandıkları İrana güven duymadıklarını çok net biçimde açıklamışlardır. Brezilya dünyanın öbür köşesindedir; sorunun asıl kaynağı İran ise gelişmeleri uzaktan gayet sakin izlemektedir. Türkiye’nin, hiç gereği yok iken neden kendisini keskin bir makasın arasına aldığını, “atılan taşın ürkütülen kurbağaya değip değmediğini?” sormamak mümkün değildir.

Ahmet Bey şimdi ABD’li meslektaşlarına “Madem kabul etmeyecektiniz bizi neden kullandınız” diye sormaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, Ahmet Bey dış politikaya teorisyen mantığı ile yaklaşmakta, çok şeyler yapmak istemektedir. Ancak dış politikanın çetrefilli dünyasının, kitaplarda yazılanlardan farklı olduğu gerçeği, ciddi bir pratik ve tecrübe eksikliği kendisini göstermektedir. Ahmet Bey çalışıyor, çabalıyor, ancak yetmiyor. Dış politikada sezgi, öngörü ve farklı hamleler karşısında farklı senaryoları birer harp oyunu mantığı ile oynamak, sahnelemek gerekmektedir. Bu tür girişimlerin önce düşünce kuruluşlarında tartışılması gerekir. Burada da “bizim düşünce kuruluşları” mantığından da uzak durmak gerekir. Düşünceye özgürlük tanımadığınız sürece üretilen düşünce kadük kalır… Aksi takdirde dış politikada “deneme yanılma” usulüyle bir çaba içerisine girersiniz, bunun da telafisi iç politikadaki kadar kolay olmayabilir…

Şimdi İran konusuna bakıldığında, bazı yeni risk unsurları daha ön plana çıkmıştır.

Türkiye ABD’nin teşviki ile bir işe girişmiştir. ABD sonradan Türkiye’yi yalnız bırakmıştır. Bununla da kalmamış; ABD Türkiye’ye attığı imzanın arkasında durmaması gerektiğini telkin etmektedir. Türkiye buna karşın pozisyonunu güçlü bir şekilde savunmaya ve karşısındakileri İran’ın niyetleri konusunda iknaya çalışmaktadır. Ankara bunun için bizzat Recep T. Erdoğan yönetiminde bir dizi girişim içerisindedir. ABD’den Rusya’ya; Fransa’dan Hindistan’a bir dizi ülkeleri Takas anlaşmasının önemi ve yaptırım kararlarının gereksizliği konusunda iknaya çalışmaktadır. Bu durumda Türkiye’nin karşısında şöyle bir politika geliştirilebilir.

1. Türkiye’ye, İran konusunda baskılar artırılabilir. Türkiye’de bunun karşısında içine girdiği makasın daralmasını önlemek ve bunu bir kazanca dönüştürmek için küresel çapta lobi faaliyetlerini artırır. Bilinçli bir şekilde küresel koalisyonun oyuncuları Türkiye’nin artan baskılar karşısında girdiği ikna çabalarını bir süre daha devam ettirmesine izin verir ve bunun sonucunda da Ankara iyice taahhüt altına girebilir. Bir süre sonra Türkiye’ye “tamam biz senin kefil olduğun bu anlaşmayı bir süre izlemeyi kabul ediyoruz. Ama İran’ın atacakları adımlardan da sen sorumlusun” Bu durumda İran işi Türkiye’ye ihale edilmiş olacaktır. Biz istemeden kendimizi İran üzerinde bir kontrolör, bir jandarma pozisyonunda bulabiliriz. İran’da küresel düzlemde pek ne yapacağı belli olmayan bir ülkedir. Bu sebeple de batının da çeşitli görünür ve/veya diğer usullerle icra edeceği provokasyonlar ile İran takas anlaşmasından vazgeçirilebilir. Bu süreçte ise Türkiye’den İran’a baskılarını artırması ve üstlendiği kefaletin gereğini yerine getirmesi istenebilir. Böyle bir durumda batı aslında hiçbir zahmet katlanmadan İran’ı Türkiye’ye kontrol ettirebilir. Ve/veya kendisinin yapamadığı bir işi, İran’a müdahaleyi Türkiye ile İran’ı karşı karşıya getirerek yapmaya çalışabilir.

2. İkinci senaryoya göre ise İran zaten uranyum zenginleştirme programlarına devam edebilir. Konjonktürün elverdiği bir dönemde ise atom bombası imaline girişebilir. Bunu batılı ve İsrailli istihbarat birimlerinin tespiti durumunda çok sert yaptırımlara ve hatta bir askeri müdahale seçeneğine de başvurabilir. Bu durumda da Türkiye bir anda kendisini toprakları, İran’a karşı kullanılan bir ülke pozisyonunda bulabilir. Bu ise Türk-İran ilişkilerinde onarımı güç neticelere sebebiyet verebilir.

3. Üçüncü senaryoda yaptırımlara bir süre ara verilerek takas işlemi gerçekleştirilir. Ancak burada batı takas işlemi esnasında İran’da gizli bir program veya tesis tespit edebilir veya kendisi zenginleştirmek için aldığı veya Türkiye’de takas için tutulan az zenginleştirilmiş uranyumun İran’a verilmemesini isteyebilir. Bu durumda da İran ile ilişkilerimiz ciddi zarar görebilir. Hatta Ankara ile Tahran karşı karşıya getirilmeye çalışılabilir.

4. Dördüncü senaryoya göre ise gelişmeler bugünkü gibi seyredebilir. Türkiye’nin takas anlaşmasına rağmen ABD BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu tasarıda ısrar edebilir. Bu durumda Türkiye ABD ile İran asında sıkışabilir. Türkiye’nin özellikle de iç politikadaki gelişmeleri de dikkate alarak ABD saflarına geçerek İran’a karşı oy kullanması hem bölgedeki güvenilirliğine zarar verir ve hem de küresel ve bölgesel liderlik arzuları aşağılanan bir ülke konumuna düşürülür. Aksi durumda ise Türkiye’nin eksen kayması tartışmaları arasında ABD ile ipleri iyice gerilir ve konu artık iç politikada da çeşitli gelişmelere yol açar...

Yukarıdaki senaryoların hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin Türkiye hep bir tercih karşısında kalacaktır. Oysa Türkiye bu durum öncesinde böyle bir tercihi yapmak durumunda değildi ve her iki tarafa da eşit yakınlıktaydı. Demek ki, dış politikada her zaman arabuluculuk ve kefil olma durumu faydalı değildir. İyi bir şey olsaydı bizden önce Rusya, Çin gibi bölge güçleri bu konuda zaten aracı olurlardı… Yukarıdaki senaryolar içerisinde ilk senaryonun ve son senaryonun gerçekleşmesi en olası senaryolar olduğunu da belirtmek gerekir.

Dış politikada aktif olmak, oyun kurucu olmak bu tür riskli arabuluculuk girişimleri ile değil, birkaç hamle ötesi de hesaplanan uzun vadeli stratejiler ile mümkün olabilir. Aksi takdirde siz başka bir hesapla ve hatta teşvikle bir işe sokulursunuz ve ihale size kalabilir.” Kalmıştır da…

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, tam bu sırada insani yardım malzemesini 2 gemiye, 350’i Türk, 600 kişinin siyasi tercihlerinize uygun düşen İ.H.H. tarafından, İDO’dan satın alındığı söylenen bir gemiye doldurup Akdeniz’in sıcak sularına atılmasını alelade bir sivil toplum hareketi olarak görüyorsunuz …

Evet, İsrail’in alçakça saldırısı kabul edilemez, affedilemez. Bu bir devlet terörü, orantısız güç kullanımıdır. İyi de bütün bunlar İsrail gibi paranoyak, şiddet devletinden beklenmeyen tepkiler değildir. Ayrıca, sadece Türk vatandaşı olan aktivistleri kelepçelemesi, “One minute” olayından sonra İsrailin büyükelçi olayı ile başlattığı ilkel ve bayağı hesaplaşma çabasının tezahürüdür. Ne var ki; bu bilinen ve görülen bayağı tavra fırsat verilmiştir.

Uluslararası hukukun çiğnendiği ve sayenizde Türkiyenin olarak taraf olmak zorunda bırakıldığı, 9 kişinin (haber ambargosu uygulayan İsrail ordusuna göre) hayatını kaybettiği, 360 kişinin tutuklandığı bu trajik olayda İsrail tarafını herkes lanetliyor. Ama, akla takılan başka ciddi sorular var.

9 Geminin yola çıktığı, bunlardan 7’sinin yola devam ettiği geçen hafta Perşembe gününden itibaren biliniyordu.

İsrail, gelen gemilerin kendi kontrolü dışında Gazze’ye gitmesine izin vermeyeceğini açıklamıştı. Gemilerin kontrollü bir şekilde, bir İsrail limanına yanaşmalarına, gelen yardımların da kendi kontrollerinde dağıtılmasına izin verileceğini açıklamıştı. Netenyahu , aksi takdirde, uluslar arası kamuoyunun tepkisi ne olursa olsun, operasyon düzenleneceğini açıklamıştı.

Ambargoyu “kırmayı” amaçlayan gemiler Gazze’ye doğru yola çıkalı neredeyse bir hafta olmuştu. Bu süre zarfında bu krizin bu noktaya geleceğini anlamak, en azından bu denli istenmeyen bir noktaya varabileceği hiç mi düşünülmedi?

Olan oldu, İsrail ordusu sapana karşı makineli tüfek kullandı. Belki de hiç ölmesi gerekmeyen 9 kişi hayatını kaybetti.

Ardından böyle bir insani yardım operasyonuna dünya kamuoyunun geniş desteğini sağlamak için çok öncelerden atılması gereken tüm diplomatik adımlar bunca gerilim ve zayiatdan sonra atılmaya başlandı:

- Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi “acil” toplandı.
- İslam Kalkınma Örgütü 5 Haziran’da toplanacak.
- AB nezdinde, Arap Birliği nezdinde diplomasi harekete geçirildi.
- Büyükelçi geri çağrılıyor.
- NATO toplanıyor.

Yoksa, amaç “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek”, diğer bir deyişle dünya kamuoyunun dikkatini Gazze üzerine çekmek, İsrail yönetimi üzerindeki baskıyı iyice yoğunlaştırmak mı?
Niyet bu da olsa, bu ölümler göze alınabilir mi? Ölmeden de diplomasi sayesinde bu iş çözülemez miydi? Yoksa bu adımların atılması için illâ kan mı dökülmeli miydi? Yoksa birileri bu olayı “kullanmak” mı istedi?

Tam da Türkiye ve Brezilya’nın İran ile “kotardıkları” tartışma yaratan anlaşma sonrasında... Tıpkı İsrail’in gemilere saldırısı öncesinde, İskenderun’daki saldırıda ölen 6 askerimiz gibi... Onlar da ölmeyebilirdi...Bu bir perdeleme harekatı mıydı? Yoksa, Amanos’taki PKK grubunun alçakça, ama bağımsız bir eylemi mi?

Recep ve Ahmet Beylerin her gördükleri havuza atlama sevdaları Türkiyeyi kaldıramayacağı kadar ağır bir yük ve gerilim altına sokmuyor mu? Bu durumda teğmeninden orgeneraline, uzman çavuşundan kıdemli başçavuşuna kadar onlarca muvazzaf ve emekli T.S.K. personelinin tutuklu ya da tutuksuz yargılanma ya da sorgulanma sürecinde oldukları değerlendiriliyor mu?

Diğer bölge ülkeleri ve halkları nerelerdeler?

Bu denli çoklu cephede, Terör, Güneydoğu ve Irak’ın kuzeyi, Ermenistan, Kıbrıs, İran, İsrail, AB ve ABD, aynı anda yürütülen mücadelelerden, gerçekten çok yorulduk. Bu süreçlerde zaman zaman horlanmak onurumuzu kırıyor, bizleri kahrediyor…Biraz huzur istemek; işsizlik, yoksulluk gibi kendi toplumsal sorunlarımıza dönmeyi özlemek hakkımız değil mi?

Dr. Noyan UMRUK

0 yorum:

Yorum Gönder