"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” diyecektir. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir." İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!"

27 Eylül 2010 Pazartesi

Kalemler ve Kılıçlar / 26 Eylül 2010

Bir Yıldan Daha Az Bir Zamanda…

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 24 Eylül’de New York’da CFR (Dış İlişkiler Konseyi) adlı örgütün yuvarlak masasındaydı. Ve bu gizli, masonik, ‘dünyayı işgal’ amacı güden Siyonist oluşumun toplantılarına 3. kez katıldı.

1997'de katıldığı toplantıda CFR’nin konusu Refah Partisi idi. Bu toplantı sonrası Refah Partisi içinden AKP doğacaktı.

Nisan 2001'de Abdullah Gül yine masonik / Siyonist örgütün masasındaydı. Bu toplantıdan sonra AKP iktidara çıkacaktı.

AKP sahneye çıkmadan önce yollardaki taşlar CHP ve MHP’ye temizletilecek, bunun için özel bir görevli Kemal Derviş Türkiye’ye gönderilecekti.

Ve 9 yıl sonra Abdullah Gül, Türkiye’nin ‘tarihi virajında’ yine CFR (Council on Foreign Relations) Dış İlişkiler Konseyi masasına oturdu. Görüşmeler GİZLİ olduğu için, toplantı konusu hakkında Türk milletine bir açıklama yapılmadı.

CFR de ne?

Emperyalizm soyut bir kavram. Emperyalizmin eli kolu kafası yok. Görülebilir değil. Görülenler, CFR, Bilderberg, Trileteral mensupları. Küresel şirketlerin ağababaları, CIA'nin başındakiler, NATO’nun Rassmussen’i, BM’nin Ban Ki Moon’u, İMF’nin Strauss-Kahn’ı, Brooking Enstitüsü'nün Kemal Derviş’i, psikopolitikin Vamık Volkan’ı, dünyayı parçalama uzmanı, Martti Ahtisaari, AB başkanı Rompuy ve bunların ülke içindeki uzantıları…

Dünyaya yön veren gizli örgütlerin en tepesinde CFR var. Yani Dış İlişkiler Konseyi (Council on Foreign Relations.) ‘Küresel Memurlar’ başlıklı yazımda yazmıştım:

‘Bu gizli örgüt, ilk paylaşım savaşı sonrası örgütlendi. Dev şirketlerin sahipleri, ve dünyanın en büyük kan emicileri çekirdek bir yapılanmada birleşti. Başkanı, Avrupa’nın en zengini Lord Rothshields’di. En büyük patlayıcı yapan fabrikalar, tüm savaş oyuncakları bu ailenindi.

Hedefleri tarih boyu diğer istilacılarınki gibiydi: Dünyaya ‘Yeni bir düzen’ kurmak, bunun için ulus devletleri ‘bölüp parçalamak!’

1927'de Amerika’nın en zengin adamı Rockefeller de onlara katıldı.. Dünyayı bir ağ gibi saracaklardı. Nato ve BM genel sekreterleri de, İMF, Dünya bankası başkanları da, AB yönetimi de, bazı devlet ve hükümet başkanları da bu gizli örgüt tarafından ‘atanmaktaydı’.

CFR yani Dış İlişkiler konseyi, Bilderberg ve Trileteral adlı bu gizli örgütlerin mottosu: ‘Herşey tek dünya devleti için!’dir.. Bunun tercümesi, ‘Herşey çok uluslu şirketlerin çıkarı için’dir.

Örgüt’ün onursal başkanı olan David Rockefeller hedefi şöyle açıklamıştır:

‘Dünyada 200 civarında olan devlet sayısı yakın gelecekte 1000’e çıkacaktır. Dünyada ulus devletlerin modası geçmiştir.. Gelecekte devletler, finans sektörü tarafından idare edildiğinde dünyaya barış ve huzur gelecektir..’

Demekki küresel çetenin bekası için, ulus devletlerin tasfiyesi gerekiyor. Küçük olanı yutmak daha kolay. Bu nedenle ulus devletler önce şehir devletçiklere bölünecek sonra enerji ve madenler, su kaynakları ele geçirilecek. Planın özeti bu.

Planın hayata geçmesi , CFR’ye sadık devşirilmiş ‘siyasiler’e bağlı …

‘AKP’nin tüzük ve programında CFR imzası var.’

AKP bir CFR projesiydi. Amerikan gizli devletinin bir ürünüydü. Arslan Bulut ‘Küresel haçlı seferi’ adlı eserinde yazıyor:

‘New York'tan gönderilen memorandumda belirtilen Türkiye'nin şehir devletlerine ayrılması plânı, AKP Program ve Tüzüğüne hemen hemen aynı ifadelerle’ geçirilmişti. 2001 yılında bu hükümeti kuracak olanlara New York'tan gönderilen memorandumda 'Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve millî hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır.’ deniyordu.

AKP kuruldu. Program ve tüzük CFR ‘tavsiyesine’ uygundu. Ve 9 yıl sonra gelinen noktada Türkiye yerel yönetimlere ‘geçiş’ konusunda büyük adımlar attı. (Meraklısı Küresel Haçlı Seferinde CFR Memorandum’unun Türkçe ve İngilizcesine bir göz atsın. AKP program ve tüzüğüyle karşılaştırsın.)

Bu adımlar atılırken, küresel çete, başından beri olduğu gibi, sadece AKP ile iştigal etmedi. CHP, MHP ve SP içindeki ‘özel’ kişilikleri de yönlendirdi. Ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel operasyonları ELİTLER eliyle yönetti. BASIN YAYIN ve ÜNİVERSİTELER’de darbeler yaptı.

Bunlara muhalefet edecek olanları Kanada’da beslenen hahamların ve benzerlerinin ‘iddialarıyla’ hapise tıkdırdı. TSK’yı önce NATO’yla zehirledi, ardından diğer CFR uzantılarıyla sızma operasyonuna tabii tuttu.

CFR’ce kurdurulan platformlarda, mesela Global İlişkiler adlı platformda, TSK’nın üst düzey mensuplarından, işadamlarına, siyasilere ve akademisyenlere kadar uzanan ‘seçilmiş elitler’ yeraldı. Bu şeytani plana uzak kalanlar, sahnenin de dışında kaldı. Sahne ışıkları altında olanların hepsi, ‘tek dünya’cı Rothshield/Rockefeller camiasının, periferisinde olanlardı.

‘Herşey Ankara’dan çözülemez!’

Şimdi ‘YEPYENİ’ bir anayasa yolda! CFR federasyon anayasası istiyor! Vazgeçilmezi ‘başkanlık sistemi’. Başbakan bu konuyla referandum ertesini açtı. Sonra birden konuyu kapattı. CFR memurları, ‘henüz erken’ ikazı yapmıştı.

‘Daha yavaş ve dikkatli’ adımlar atılacaktı.

Cumhurbaşkanı Gül, son CFR toplantısından sonra mesajı verdi: ‘Herşey Ankara’dan yönetilemez!’di.

CFR memorandumuna uygun olarak önümüzdeki 1 yıl içinde ‘YERELLEŞME /EYALET SİSTEMİ’ yani Rockefeller /Rothshields ‘Tek Dünyacı’ örgütünün nihai hedefi, fısıltılardan konuşmalara, derken yeni anayasaya geçecek ve gümbür gümbür gelecekti.

Türkiye Eyalet sistemine taşınırken, küreselcilerin en önemli iki aygıtının, Türkiye’yi mekan seçtiğini de açıkladı. Küresel sermayenin başkenti, New York, ilk kez yurtdışında bir ‘EYALET İRTİBAT BÜROSU’ açacaktı. İstanbul, evsahibi olacaktı. Doğu’dan sonra Türkiye’nin batısı da olandan kat kat fazla nitelikli ajan kaynayacaktı.

Yine İstanbul, 2011’de UNPF (BİRLEŞMİŞ MİLLETLER NÜFUS FONU)na evsahipliği yapacaktı. (Bu kurumun yakın coğrafyada özellikle balkanlardaki nüfus manüplasyonu faaliyetleri incelenmeye değer.)

CFR, gizli ve açık örgütleriyle üzerinde çalıştığı, ‘İstanbul merkezli yakın Doğu federasyonu’ ve Diyarbakır merkezli Ortadoğu federasyonu’ vizyonunda adım adım ilerliyor..

.. CIA istasyon şefi Paul Henze’nin ‘Türk halkına sabah akşam ‘federasyondan’ bahsedilmeli, kulakları bu duruma alıştırılmalıdır!’ sözüne uygun olarak televizyon ve gazeteler marifetiyle, ‘federasyon’ ‘yerelleşme’ halk arasında ‘normalleştiriliyor’.

Ve medya ‘Sayın’ APO’nun siyasi bir aktör oluşunu beyinlere çakacak. Bundan sonra hergün her haber bülteninde karşınıza APO ve federasyon söylemi çıkacak

Birkaç ay sonra, 2011’de Türkiye daha sıkışık bir gündemle yaşayacaktır. ‘Zaman daralıyor’ …

Emperyalizmin Türkiye ve bölge planları, bir kukla devletçik ön görüyor. PKK ve siyasi kolu BDP, Barzani ile birlikte CIA ve diğer istihbarat birimleri eşliğinde adım adım ilerliyorlar.

Bunlar ‘boş laf’ olarak niteleyenler, son birkaç günün ‘görüşmelerini özetleyen haberleri alıp duvara yapıştırsınlar!

24 Eylül tarihli Yeniçağ gazetesinde Fatih Erboz haberi:

*Adalet ve İçişleri bakanlıkları ile MİT, Genelkurmay Başkanlığından isimler, Öcalan’la görüşüyor.

*AKP, BDP’yle görüşüyor. BDP , APO’yla görüşüyor.
*PKK, ‘Türkiye ortak düşman!’ şiarıyla İsrail ve Ermenistan’la görüşüyor.
*MİT müsteşarı Hakan Fidan ABD’de CIA ile görüşüyor.
*CIA Direktörü Panetta, Fidan’la görüşme öncesi gizlice İsrail’e giderek MOSSAD Başkanı Dagan’la görüşüyor.
*Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik, Barzani’yle görüşüyor.
*PKK uzantısı STK’lar Barzaniyle görüşüyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül New York’da CFR ile görüşüyor.
Muhalefet lideri Kılıçdaroğlu, Avrupa’da ECFR* üyeleriyle görüşüyor.
Halkla kim görüşüyor? CIA uzmanları ve bağlı memurlar halkla en sıkı fıkı ilişki içinde olanlar…

Bu araba devrilir!

Onlar Türkiye’nin iki cepheli bir çatışma ortamına gireceğinden sözediyor. Yani buna hazırlık yapmaktalar. Henri Barkey, ‘Kürt -Türk ve dinci – laik ekseninde çatışmalar’ bekliyor.

‘Dünyayı ele geçireceğiz!’ diyen küresel sermayenin komuta merkezi CFR emriyle, Türkiye hızlı bir virajdan geçiyor.

Sözümüz odur ki, bu virajın sonunda bu araba devrilir. Enerji anlaşmaları, uyuşturucu işleri, krom ve bakır peşkeşleri, Türkiye, İran,Suriye, Irak’ın parçalı haritaları yollara serilir…

Öncelikle, Güneydoğu’da yaşayan PKK ve uzantısı ağaların elinde tarumar olmuş yöre halkı, bu baskı ve zülme ‘yeter’ diyecektir. Ortak dertlerle kavrulan ülkenin her yanında mazlumlar da giderek seslerini yükseltecektir.

Bunu öngören yabancı istihbarat memurları, milli duruşu, Kürt Türk çatışmasında eritmek isteyeceklerdir.

Her unsuruyla Türk halkı, tüm partilerin içindeki vatansever güçler, bir araya gelecek, başımıza örülen çorabı delik deşik edecektir. Ve tüm bunlar 1 yıldan az bir zamanda gerçekleşecektir.

Bana gelen iletilerde sık sık kızgın bir tonda, ‘Çözüm ne onu söyle!’ diyen kardeşlerime sesleniyorum. ‘Çözüm hepimiziz!. O muhteşem pratik zekamızı kullanmazsak… ezilip gideriz!

*ECFR : European Council on Foreign Relations.

Banu AVAR,
25 Eylül 2010

ESBASKAN

15 Eylül 2010 Çarşamba

İŞTE SEÇİM HİLESİNİN AÇIK KANITI

Aşağıda Yüksek Seçim Kurulunun 21 Ekim 2007'deki Anayasa Değişikliği Referandumu ile 12 Eylül 2010'daki Anayasa Değişikliği Referandumu sonuçları yer almaktadır. Arada 3 yıl 1 ay 9 gün vardır.

21 Ekim 2007'de ülke genelinde (gümrükler dahil) sandık seçmen listesine kayıtlı olan seçmen sayısı: 42 690 252. (http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/2007Referandum/Sonuc/sonuc.pdf)

12 Eylül 2010'da ülke genelinde (gümrükler dahil) sandık seçmen listesine kayıtlı olan seçmen sayısı: 52 051 828 (http://www.ysk.gov.tr/ysk/index.html)

3 Yılda Kayıtlı Seçmen Artışı: 9 361 576

**

Şimdi Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) Veri Tabanı 2007 yılı verilerine bakalım. (http://report.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?adnksdb2=&report=turkiye_yasgr.RDF&p_yil=2007&p_dil=1&desformat=html&ENVID=adnksdb2Env)

Bu tabloda 15-19 yaş sütununa dikkatle bakın. 15-19 yaş aralığındaki nüfus 6.157.033

Bu nüfus aralığında 19 ve 18 yaşını tamamlayanlar 2007 yılında da oy kullandıklarından 15-16 ve 17 yaş aralığında kaç kişinin olduğunun bulunması gerekiyor. Bu da hata payıyla 6.157.033'ün yaklaşık 3/5'i ( % 60'ı) dir. Buradan hareketle 2007 yılında 15-17 yaş aralığında olup 2010 yılında seçmen yaşını dolduran kişi sayısının yaklaşık olarak 3.695.000 olduğu görülmektedir.

O zaman 2007 yılı referandumunda 42.7 milyon olan kayıtlı seçmen sayısının 2010 yılı referandumunda nasıl 52 milyona çıktığının yani yaklaşık 9.5 milyon artttığının izah edilmesi gerekmektedir. Aradaki nüfus artışı ile izah edilemeyen fark 5.7 milyondur.

Bu durumda iki olasılık vardır, ya 2007 yılı kayıtlı seçmen sayısı hatalıdır ya da 2010 yılı. İki olasılık da birbirinden beter sonuçlar doğuracaktır.

Gelelim YSK'nın 2009 yılı Mahalli İdareler Seçim Verilerine. 29 Mart 2009'da yapılan bu seçimde YSK verilerine göre kayıtlı seçmen sayısı (cezaevleri dahil) 48.049.446 'dır. (http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/2009MahalliIdareler/ResmiGazete/IlGenel.pdf)

Oysa ki 12 Eylül 2010 referandumundaki kayıtlı seçmen sayısı 52.051.828' dir. Aradaki fark 4 milyondur. 1.5 yılda nasıl bu kadar artış olmuştur? TÜİK'in ADNKS Veri Tabanına Göre 2009 yılında 15-19 yaş aralığındaki nüfusumuz 6.234.620'dir. (http://report.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?adnksdb2=&report=turkiye_yasgr.RDF&p_yil=2009&p_dil=1&desformat=html&ENVID=adnksdb2Env)

2009 yılından 2010 yılına 5 yıllık yaş aralığının 1.5 yılı (% 30'u) seçmen havuzuna gireceğine göre bu bir buçuk yıl aralığındaki nüfus yaklaşık olarak 1.9 milyondur. (6.235x0.3). O zaman 2009 mahalli seçimlerinden bu yana kayıtlı seçmen sayısının nasıl 4 milyon arttığının da izah edilmesi gerekmektedir. Aradaki fark 2 milyondan fazladır.

Bu sorulara yanıt verilememesi irdelediğimiz seçim ve referandumlara şaibe gölgesinin düşmesine neden olacaktır.

Dr. Ali Rıza Üçer
Tıp Kurumu Genel Sekreteri
Odatv.com

13 Eylül 2010 Pazartesi

ARTIK ÖNÜMÜZDE BU TÜRKİYE VAR

Bir referandum süreci daha sona erdi ve AKP anayasa değişiklikleri kabul edildi. Sonuçların Yüksek Seçim Kurulu tarafından Resmi Gazete’de açıklanmasından itibaren değişiklikler yürürlüğe girecek.

Başta siyasiler, “evet’çi” cephenin yürüttüğü propagandalar yalan, demogoji, tehdit ve şantajla doluydu. Yapılan baskılar o düzeye çıktı ki, mahalle ya da toplumsal baskıya dönüşüp, gözdağı verme, korkutma aşamasına kadar geldi.

Her şeyden önce değişikliklerin tümünün tek oylamaya sunulması, halkın iradesine saygısızlık ve o irade üzerine ipotek koyma anlamı taşımaktaydı. Yargı bağımsızlığını yok edip AKP yargısı yaratacak değişiklikler, “temel hak ve özgürlükleri geliştiriyoruz” ile “sendikal hakları artırıyoruz” tezgahlaması ile halkın gözünden kaçırıldı.

TEHDİTLER TUTTU
Başbakan ve bakanların tehdit edici söylemleri, çeşitli toplum kesimleri üzerinde büyük bir baskı oluşturdu. Başbakan;

“Dostluğumuz ne kadar değerliyse, düşmanlığımız da o kadar şiddetlidir”,
“Bitaraf olan bertaraf olur”,
“Hayır diyenler darbecidir”,
“Hem hayır diyeceksiniz, hem toplu sözleşme isteyeceksiniz”,
“Bugün evet diyenlere sessiz kalanlar, yarın huzurumuza geldiğinizde biz de size sessiz kalırız”,
“Hayır cephesinde CHP, MHP, BDP, TKP, İP, YARSAV ve çeteler var”,
“Dedelerden talimat alma devri bitiyor.”

Söylemleriyle, bir yandan hayır diyen tüm yurttaşları darbecilikle suçlarken, öte yandan iş adamlarını ve YARSAV’ı yok etmekle tehdit etti, meslek odalarını ve kamu görevlilerini uyarmaktan, Alevileri karşısına almaktan çekinmedi.

İŞ ALEMİ YANAŞIK DÜZENDE
Sanayi ve Ticaret Bakanı “Referandumda hayır çıkarsa iş adamları beni aramasın” deyip, bu tehdide katıldı.

AB üyelik sürecinden sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış, iftar çadırında yaptığı konuşmada, “Bu paketin içeriğini okuduktan ve ülkeye neler kazandıracağını gördükten sonra bu pakete ‘hayır’ diyenlerin ya aklından zoru vardır ya da vatan sevgisiyle ilgili bir sıkıntısı vardır” diyerek, kendisi gibi düşünmeyenlere hakaret etti.

“Evet” kampanyasına destek veren Fethullah Gülen, önce “herkes hatta mezardakiler bile bu değişikliklere evet oyu vermeli” derken, sonra bununla da yetinmedi ve evet’çilere bir de görev verdi: “Herkes en az 10 kişiyi sandığa götürüp evet oyu kullandırmalı”.

HAK-İŞ Başkanı’nın, işadamlarını kastederek, “Anayasa değişikliğine sessiz kalanlar sivil toplum konsomatrisidir” suçlaması, AKP’ye destek vereceğim diye yaratılan başka bir rezaletti.

BEDELLİ ASKERLİĞİN BEDELİ
Baskılar yalnız söylemlerde kalmadı, eylemlere de yansıdı.

Kışlaya politika girmesin diyenler, Bayram ve Cuma namazları sonrası cami avlusunu “evet” mitingi alanına dönüştürmekten çekinmediler.

İftar sofraları ve türbe ziyaretleri “evet” mitingine dönüştürüldü.

Oy avcılığı için bedelli askerlik ısrarla gündemde tutuldu; prim ve vergi borçlarının yeniden yapılandırılması sözleri verildi; esnaf kredilerinin faizleri düşürüldü; üniversite harçlarına zam yapılmadı.

AFİŞ ASANA 250 LİRA
Tüm bilboardlar “evet” afişleriyle donatıldı. Evlerine “evet” afişleri asanlara 250 TL verildiği söylendi.

Başbakan muhtarlara “evet” denilmesi çağrısı içeren yazılar yazdı. Valiler ve kaymakamlar sosyal yardımlaşma fonu kesesinin ağzını sonuna kadar açtılar; kömür, gıda, para yardımları hız kazandı.

Kaymakamların köy muhtarlarına, “şayet köyden evet oyu çıkmazsa KÖYDES projesinden yararlanamayacakları” baskısı yaptığı basında yer aldı. (Sözcü, 02.09.2010)

Yandaş medyanın yoğun “evet” programları RTÜK tarafından görmezden gelinirken, karşıt görüşü savunan medya organlarına ceza yağdı.

Bir cemaat lideri “Referandum günü sandığa gitmek yerine umreye gitmek büyük vebaldir” diyerek “evet” propagandasında dini kullanmaktan çekinmedi.

Kısaca tüm Devlet olanakları ve gücü “evet” lehinde kullanıldı.

KİM TEKME TOKAT YEDİ
Bununla da yetinilmedi, baskı şiddete dönüştü. Denizli’de evinin karşısındaki “evet” afişini indirmeye çalışan emekli öğretmen, İstanbul Bahçelievler’de ve Ümraniye’de “hayır” bildirisi dağıtan CHP kadın kolları üyeleri ile Yeni Parti gençlik kolları üyeleri, sopalı saldırıya uğrayıp acımasızca dövüldü. Gaziantep’te üzerinde “hayır” yazan tişört giyen bir genç ile İzmir’de “hayır” çıkartması yapıştırmaya çalışan Türkiye Gençlik Birliği üyeleri polis tarafından gözaltına alındı.

Polis, “evet” propagandası yapanlara göz yumarken, “hayır” kampanyası yürütenlere göz açtırmadı.

Kamu yararına çalışan dernek statüsünde olduğu gerekçesiyle Atatürkçü Düşünce Derneği ve Halkevleri’ne propaganda yasağı getirilirken; her biri aynı statüde bulunan Türkiye Yazarlar Birliği, Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD), Türkiye İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu (TUSKON), Fakir ve Muhtaçlara Yardım Derneği, İlim Yayma Cemiyeti, Anadolu Sakatlar Derneği ve Kızılay’ın, kısaca siyasal iktidara yakın vakıf ve derneklerin “evet” kampanyasına göz yumuldu.

İşte bu baskılar sonucu, AKP anayasa değişiklikleri halkoyunda kabul edildi.

REFERANDUMA BİLGİSAYAR KATKISI VAR MI
Bu sonuca elektronik sisteminin katkısı oldu mu, onu bilemeyiz. Ancak bu konuda iki hususu hatırlatmak isteriz. CHP Adana Milletvekili Tacidar Seyhan’ın, halkoylamasında seçim sistemine müdahale edilerek, yazılımın % 52-53 “evet”e göre programlanacağı; oy kullanmayanların bir kısmının kullanmış gibi gösterilerek “evet” hanesine kaydırılacağı kuşkusu bulunduğunu dile getirdiği gazetelerde yer aldı.

Arkasından, daha halkoylaması yapılmadan ve sonuç belli olmadan, sanki değişiklikler kabul edilmiş gibi, Adalet Bakanlığı’nın, HSYK’na seçilecek 1. sınıf yargıç ve savcılar için çalışma başlattığı, adliyelere ve bölge idare mahkemelerine gizli listeler dağıttığı ve seçilmesini istediği kişileri empoze etmeye çalıştığı, YARSAV Başkanı tarafından açıklandı.

Son olarak, kırsaldaki kadın seçmenin, cemaat ve tarikat üyelerinin ve aşiret mensubu seçmenlerin, ne yazık ki oylarını kendi iradeleriyle kullanmadıklarını da eklemek isteriz.

ANAYASA MAHKEMESİ AKP’LİLEŞECEK Mİ
Ve sonuç…

1) Anayasa Mahkemesi yönünden:

Bu sorunun ilk yanıtını Başbakan’ın İzmit mitinginde yaptığı konuşmada bulmaktayız. Diyor ki Başbakan; “İnşallah 12 Eylül milat olacak. Hukuk, adalet, sosyal devlet adına yeni bir başlangıç olacak. Daha kapsamlı bir anayasa için önemli bir adım olacak. Bu yaptığımız değişiklik her şey değil. 2011 genel seçimlerini de farklı kazanacağız. Daha farklı, daha güçlü geleceğiz. O zaman anayasa üzerinde yapacağımız değişikliğin kilidini oluşturuyor. Şimdi bu adımı atıyoruz.”

Yani bundan sonra, Türkiye Cumhuriyeti’ni daha İslami bir yapıya kavuşturacak, federasyon ve bölünme getirecek, başkanlık sistemini kabul edecek anayasa değişiklikleri yapılacaktır. Ancak, bu değişikliklere “dur” diyecek bir Anayasa Mahkemesi bulunmayacaktır. Böylece, “ulus devlet”, “üniter devlet”, “laik devlet” yapısına veda etmek, bölünmüş bir ülkede “ılımlı İslam Cumhuriyeti” rejimini yaşamak zorunda kalınacaktır. Belki de bu değişikliklerin çoğu, Anayasa Mahkemesi’nden geri dönmeyeceğinden emin oldukları için, yasayla gerçekleştirilecektir.

“Laiklik” ve “bölünmez bütünlük” ilkelerine aykırı eylemlerin odağı olan bir siyasal partiyi kapatacak bir Anayasa Mahkemesi de bulunamayacaktır.

Kararlarıyla çağdaş, laik, aydınlanmacı Türkiye Cumhuriyeti rejiminin sürmesini sağlayacak bir Anayasa Mahkemesi’nden yoksun kalınacaktır.

Ve son olarak, AKP, Başbakan ve bakanların Yüce Divan’da yargılanma olasılığına karşılık “kendi yargıcını” yaratmış olacaktır.

Etkili bir anayasal denetim, muhalefet ve azınlık için, çoğunluğun tahakkümüne karşı bir hukuksal frendir. Türkiye artık bu frenden yoksundur. İktidarın gücünü, demokrasiyi yok etmemesi için sınırlandıracak bir Anayasa Mahkemesi bulmak, artık olanaksızdır. Böyle bir denetimsiz sistem, sivil diktaya, parti devletine ve tek adam yönetimine yol açacaktır.

YARGIÇLAR CEZALANDIRILACAK
2) Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu yönünden:

Değişiklikler sonucu yaratılan yandaş bir HSYK aracılığıyla,

- Yargıçlar ve savcılar, cezalandırma ve ödüllendirme yönteminin de yardımıyla daha da baskı altına alınarak, bağımsız ve tarafsız karar vermeleri önlenecek, siyasal iktidar gibi düşünüp karar vermeleri sağlanacaktır.
- Özel yetkili ve önemli yargı yerlerine yandaş yargıç ve savcılar atanacak, hatta giderek tüm yargı yerleri bu duruma getirilecektir.
- Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine, yine yandaş yargıç ve savcılar seçilecektir.
- İdari yargının yetkisi kısıtlanacaktır.

Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı ortadan kalkacak, taraflı yargı “adalete güven” duygusunu yok edecektir. Yani, devlete güven yok olacaktır. Artık yurttaşlar, davalı ya da davacı oldukları zaman “adalete” değil, “AKP’ye” sığınacaklardır.

Verdiği kararlarla Türkiye Cumhuriyeti’ni bir hukuk devleti olmaktan çıkarıp, bir korku imparatorluğuna dönüştürecek yargıç ve savcıların sayısı artacaktır. Yandaş yargıç ve savcılarla donatılan, bağımsızlığını ve tarafsızlığını yitiren mahkemeler ve yüksek mahkemeler, Atatürkçü yurtseverlerin, laik Cumhuriyet’i savunanların, cemaat ve siyasal iktidar karşıtlarının, hukuk ve ceza davaları yoluyla tam anlamıyla kabusu olacak; bu gibiler tümüyle sindirilip yok edilecektir. Bu yolla bir suskunlar ülkesi yaratılacaktır. Bunun için Hanefi Avcı’nın şu sözünün belleklere kazınması gerekir: “Özel yetkili mahkemelerin yargıç ve savcıları emsalleri ile değiştirilmezse, cemaat karşıtlarının özgürlükleri ve yaşamları güvencede olamaz.”

Tarikat ve cemaatlerin gölgesindeki siyasallaşmış bir yargının adaleti gerçekleştirmesi beklenmemelidir. Siyasal iktidardan yana taraf olan bir yargı, yurttaşların hak ve özgürlüklerini değil, yandaşı olduğu siyasal iktidarın ve onun mensuplarının çıkarlarını koruyacaktır.
Yaratılan yandaş yargı sayesinde Ergenekon, Deniz Feneri, yolsuzluk dosyaları AKP’lilerin istedikleri biçimde sonuçlanacaktır. Artık AKP’liler “yargıya güvenecekler”(!)dir.

Yasal ve hukuksal olmayan telefon ve ortam dinlemeleri; özel yaşamın gizliliği hiçe sayılarak medyaya servis edilen ses ve görüntü kayıtları; usulün hemen tüm kurallarına aykırı ev baskınları, gözaltına almalar ve tutuklamalar; tutukluluğun cezaya dönüştürülmesi; Türk hukuk tarihinde ilk kez, yüksek yargıya alt mahkemelerin başkaldırması; Yüksek Askeri Şura toplantılarından çok kısa süre önce ya da toplantı sırasında verilen “yakalama” ve “ifadeye çağırma” kararları, bu değişiklikle yargının ne duruma geleceğinin göstergeleridir.

KAMPLAŞMA DERİNLEŞECEK
Özelleştirmelerin 31 milyar dolara denk düşen % 78.8’lik bölümü, yargının tüm hukuksal direnmelerine karşın AKP iktidarı döneminde gerçekleştirilmiştir. Yine 80 yıllık Cumhuriyet döneminde yabancılara ancak 1 milyon metrekare toprak satılmışken, AKP döneminde yabancılara yapılan satış 54.5 milyon metrekareye ulaşmıştır. Bu anayasa değişikliğinden sonra, önünde yargı denetimi kalmayan özelleştirmelerde ve satışlarda patlama yaşanması kaçınılmazdır.

Daha önemlisi toplum, kamplara ayrılacak ve bölünecektir. Bu bölünme şimdi bile yaşanmaktadır. Laik-Dinci, Türk-Kürt, Sünni-Alevi bölünmesi toplumu sarmıştır. Yargıda bile “bizden-öteki” ayrımı yapılmakta, öteki’ne güvenilmemektedir. Bir yanda Batı’dan destek alan şeriatçı, bölücü/ayrılıkçı, 2. Cumhuriyetçi, liberal solcu güç birliği; öte yanda laik, demokratik Atatürk Cumhuriyeti’ni yaşatmaya kararlı yurtseverler.

İRANLAŞMA YOLU AÇILDI
Bu değişikliklerden sonra, Cumhurbaşkanlığı, TBMM, Hükümet, Ordu, yargı, üniversiteler, güvenlik güçleri, istihbarat örgütleri, medya, sivil toplum örgütleri ve sermaye, doğrudan ya da dolaylı biçimde AKP’nin kontrolüne girecektir. Bugüne kadar muhalefeti dikkate almayan, farklı görüşlere hoşgörü göstermeyen, kendi iradesini milli irade olarak gören, basın özgürlüğünü tanımayan, özel yaşamın gizliliğine saygı duymayan siyasal iktidar, bundan sonra, ele geçirdiği yargıyı da kullanarak daha da otoriter bir yönetime kayacaktır. Nitekim bunun sinyalini İçişleri Bakanı vermiş, “Bu paket yasalaştıktan, anayasaya girdikten sonra farklı bir Türkiye olacak” demiştir.

İnsan hakları savunucusu, Nobel ödülü sahibi İranlı yazar Şirin Ebadi ile bitirelim. Ebadi, “İran’da İslamcı rejimin” ilk adımı yeni bir anayasa yaparak attığını, anayasal düzenin “birkaç kişinin eline geçtiğini” söylüyor ve bu anayasal düzen hakkında şunu vurguluyor; “Yüce lider, yasama, yürütme ve yargı güçlerini elinde tutuyor, parlamentoya, halka ya da başka yasal bir kuruma hesap vermiyor”. Ebadi’ye göre, Türkiye’de İran’ın yolundan yürüyor.

Bülent Serim
Anayasa Mahkemesi Eski Genel Sekreteri
Odatv.com

GÜCÜM BURAYA KADAR BAĞIŞLAYIN

Şok şok… 12 Eylül referandumu MHP’yi parçaladı. Bu sütunlarda yazdığım Zehirli Balık yazımda derinliğine belirtmiştim, cemaat dokunduğu her şeyi zehirleyip dağıtıyor, diye. Ağar’ın partisi, Milli Görüş, Büyük Birlik ve nihayet MHP cemaatin ölümcül dokunuşuyla darmadağın oldu. MHP Devlet Bahçeli’nin büyük çabalarına karşın varlık sebebi-her şeyi olan Orta Anadolu’da hüsrana uğradı. Sadece Ankara’nın son belediye seçimlerini düşünün, Mansur Yavaş ve CHP’nin oyları AKP’yi kıl payı ikiye katlıyordu. MHP tam bir parçalanma yaşıyor. MHP 12 Eylül öncesi dinamizmini anti-komünizmden alıyordu ve MHP saflarını oluşturan köylü kitlelerle şehirli kitlelerin ayrışması hiç hissedilmiyordu. Şimdi MHP’li kitlelerinin hiç affedemeyeceği AKP’nin Habur ve Suriye sınırının satılması olayına rağmen oylarının nerdeyse yarıdan çoğunu kaybetmesi, Türkiye’ye yepyeni ve beklenmedik bir şok yaşatıyor. Bu inanılmaz şok’un boyutlarını ilk görmek isteyen ise Devlet Bahçeli’dir, anında erken seçim çağrısında bulunup, gerçek hasarın boyutlarını öğrenmek zorunda kalmıştır. 1960’lı yılların sonundan beri Orta Anadolu’da esip gürleyen MHP tam anlamıyla bir felaket yaşıyor.. Devlet Bahçeli’nin cemaate karşı tavrı çok iyi bilinmesine rağmen, cemaate karşı tavrını çok yaygın ve kitlesel olarak meydan meydan dillendirmemesi bugün feci bir hüsranla sonuçlandı. Oysa Devlet Bahçeli’yle MHP Türkeş’in dahi rüyasında göremediği oy oranlarına kavuşmuş ve yine Devlet Bahçeli’yle MHP hem şiddetle mesafe koyup hem mafyatik kabadayı çapulcu denilen kitlelerle bağını kopartıp tam bir şehir partisi olmuştu. Sonunda Türkiye’deki her şehirli partinin acı sonunu paylaştı, MHP de köylüleri şehirlilerinden fazla Orta Anadolu’nun partisiydi şimdi o da hem de başta Yozgat, Erzurum, vs., olmak üzere aforoz edildi ve yok olmak üzere..

Velhasıl seçim sonuçlarını en iyi tahmin eden anket şirketi yine o, bu, şu değil, rahmetli Aziz Nesin çıktı.

Seçimin mağlubu yine aynıdır ve Türkiye’nin sosyolojik gerçeğine ayak uyduramayan şehirli oylar, varoşlara ve köylülere karşı yine büyük bir hezimet yaşamıştır. AKP’nin oy aldığı aynı bölgeler elli yıldır sağ siyaseti besledi. Değişen bir şey yok, daha önce Menderes, Demirel, Özal, Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller ve benzerleri, köylü, kurnaz, göz göre göre insan evladını utandıran yalan ve hırsızlıklarıyla seçimi nasıl kazanmışlarsa sağcı oylar yine aynı yoldan Türkiye’nin siyasetini belirlemeyi sürdürmüştür.

Bu seçimde değişen ise, büyük medyanın tümüyle bu köylü varoş gerçeğini kabullenip hayati bir can simidi gibi bu yalan ve hırsızlıkları hem örtbas etmiş hem de her sağcı siyasetçi gibi bu gerçeğe ayak uydurmayı tek çıkar özgürlük yolu olarak görmüş olmasıdır.

GÜNEŞ PENSİLVANYA’DAN DOĞDU DOĞACAK
Sizler, ey okuyucular, siz de yarın bir istikbaliniz olsun istiyorsanız, bu köylü, kurnaz, hırsız, yalancı düzenbaz gerçeği bugünden, henüz yirmili yaşlarda fark edip kendinizi bizim gibi fazla yormayın..

Daha dün devletin en mahrem en gizli dairelerinden sınav soruları çalındı ve onlarca yıldır aynı yoldan çalınıp savcılar ve polisler yetiştirilip devleti ele geçirme planları açığa çıkmıştı. Bu kadar açık hırsızlıklara rağmen, AKP yüzde 58 oy alıyorsa, yaşasın Hırsızlar, Yaşasın bu hırsızları bağrına basan örtbas eden medya diye, takdir etmekten başka ne yapabiliriz.

Ey ülkesi için üzülen genç çocuklar, alkışlayın hırsızları, alkışlayın hırsızlıkları kim yaptı diye hiç sormayan özgürlükçü medyanızı.. Bugünden tezi yok kararınızı verip saflarınızı değiştirin, hırsızlar cemaatçiler yandaşlar Türkiye’yi ele geçirdi, sadece TRT’nin on-onbeş kanalı var, birinde olsun iş bulabilirsiniz, yolunuz Engin Ardıçlar’ın Yeni Şafaklar’ın Milli Görüşçüler’in Mehmet Ali Birandlar’ın Mehmet Barlaslar’ın Vakitçiler’in yolu olsun.. Şaklabanlık yalakalık rehberiniz olsun.

Yürüyün hırsızlar kim tutar sizi..Bu kadar aleni, fesupanallah dedirten yalanlara rağmen büyük kitleler yine size oy veriyorsa, bu ülkede hiç aç kalmazsınız, talihiniz sonsuza kadar açık olsun.

Genç adam, gördünüz işte elli yılın sağ iktidarlarının hazırladığı acı gerçeği, siz siz olun bu hayal kırıklığını bir daha yaşamayın. Gördünüz işte dağ başını hırsızlar almış, güneş ise Pensilvanya’dan doğdu doğacak. .Bugünden tezi yok, maaşlarınız düzgün öngörüleriniz hep sağlam ve siz ziftlenirken halkımız hep yanınızda sırtınızı gururla sıvazlayacak, bu acayip tabiat gerçeğine karşı fazla direnemezsiniz, fareler dokuz dokuz aslanlar tek tek çoğalır, insanlık ülküsü demokrasiye teslim olun, siz de bugünden tezi yok Okyanus Ötesi’ne selam durun.

HAYIRLI OLSUN
Velhasıl bize de takdir etmek düşer, sınav sorularını çalan derin devletin sahipleri kendilerini daha derin kılmak için bu çalınmış sınav sonuçlarıyla on yıllarca polisler savcılar yetiştirdiler ve hepsinin gayretiyle işte adaletine özgürlüklerine ve ahlak’ına hayran olduğumuz müthiş bir iktidar yola çıktı, insanlığa hayırlı olsun..

Referandum sonuçları Pensilvanya’ya hayırlı olsun, Amerika’ya hayırlı olsun, AB sözcülerine hayırlı olsun, yandaş medyaya ve bilumum köşe yazarlarına hayırlı olsun, büyük medyanın Turgay Ciner’ine hayırlı olsun, NTV’nin sahibi Ferit Şahenk’e hayırlı olsun, maden ruhsatlarına eline geçirenlere hayırlı olsun, derelere hidroelektrik santralı için yola çıkanlara hayırlı olsun, eski kaşarlanmış solculara eski köfte ülkücülere hayırlı olsun, buğdayın ithal edildiği ülkede Konya’da yüzde seksen oy verenlere hayırlı olsun, et ithal edildiği bugünlerde Afyon ve Kütahya’dan yüzde yetmiş oy verenlere hayırlı olsun, devleti ele geçirmek için soruları çalıp kendi polis ve savcılarını yetiştirenlere ve göz yuman medyaya hayırlı olsun, kalan yaşamını Kanada’da sürdüren haham Tuncay Güney’e hayırlı olsun..

SKY’dan beni kovanlara da hayırlı olsun, sonra çalıştığım Avrasya TV’yi Digitürk’ten kovup yerine Melih Gökçek’in kanalını koyanlara hayırlı olsun. Yediğimiz ambargo ve sansürler yetmiyormuş gibi adımıza yazımıza programlarımıza Cumhuriyet Gazetesi’nde, Halk TV’de dahi ambargo koyanlara da hayırlı olsun.

Altmış yılın sağ iktidarları Menderesler’e Demireller’e Çiller’e Mesut Yılmazlar’a, hepsine kucak dolusu teşekkürler, işte büyüttüğünüz Türkiye, öpüp koklayın, tıka basa yiyin tıksırın doya doya..

Bana da yuh olsun, Silivri’de hala niye tutuklandığını bilmeyenlere de yuh olsun.

AYRANIMIZ BU, YARISI SU
Yalnız bir tek sana yazıklar olsun Mustafa Kemal Atatürk, yurdumuzu esaretten kurtardın ama ağadan şeyhden kölelikten kurtaramadığın için, kabrinin kutsallığına sığınıp elli yıl sağ iktidarlarla koyun koyuna siyasetçilik yapıp yan gelip yatanların elinde Cumhuriyet oyuncak olduğu için..

Ne bekliyordunuz, paçasını ruhunu cemaate kaptırmış milliyetçi muhafazakar oylar mı umuyordunuz. Devrimci olacak gücü kendinde bulamayanlar sadece köpeklerdir, köpeklerin yalnız kapıları ve sahipleri değişir. Daha dün bir umuttur belki deyip uçmayı bekliyordunuz, bugün mutlak zafer alkışları içinde başbakan ilk konuşmasında Pensilvanya’ya şükranlar gönderip nihayet karanlıklardan aydınlığa çıkacağımız müjdesini veriyor.

Bu toprağın ve Cumhuriyet’in çocukları, yenilgi bizim için sürpriz yeni ve hiç de ilk değil, altmış yıldır alışığız, boy diyenler soy diyenler mezhep diyenler cemaat diyenler, hırsızlar, yalancılar altmış yıldır kazanıyor, ayranımız bu, yarısı su, işinize gelirse..

Artık önünüz açıldı, buyurun Haburlar’a kaldığınız yerden devam edin, artık yandaş medyanızın maaşlarını ikramiyelerle referandum primleriyle ödüllendirin. Artık kime satarsanız satın, artık tıksırıncaya aksırıncaya kadar sabahlara kadar halkın oylarıyla gönül rahatlığı içinde yiyin efendiler, sizi artık kim tutar. Kızılırmaklar’ı Fıratlar’ı ne kalmışsa sekiz yılda yarından tezi yok parçalayın bölüşün üleştirin. Halkın oyunu aldınız mı aldınız, Allah şahit yalnız ve yalnız siz haklısınız. Camii kapılarında sizi alkışlayan Müslümanlara hayırlı olsun, milli görüşçülere hayırlı olsun, artık tek vücut oldunuz, artık tek beden büyük devasa bir halk gücü oldunuz, yürüyün AKP’liler, ilk hedefiniz Akdeniz, bir sahiller mi kalmış, Toros’un dağlarında birkaç köy, Tunceli’de birkaç Alevi mi kalmış, alın ıspanaklarınızı makarnalarınızı hücum AKP’liler, ilk hedefiniz Pensilvanya..

Tuz şeker suda ne kadar kalır, eridik bittik işte, kaç tane dava açtılar hiçbiri bizden diyeceğimiz gazete ve sitelerde dahi haber olmadı, kaç yerden kovulduk, bizden diyeceğimiz yerlerin hepsi dahi karanlıkta boğulmamızı sadece seyrettiler.. Ne bitmez iftiralara suçlamalara maruz kaldık çoluk çocuk dahi bu iftiraları utanmaksızın alayla çoğaltıp şahsımıza hücuma geçtiler.. Geçen bu sekiz yılda en çok yazı yazan en çok konuşan ve en çok dava açılan ve tek bir avukat dahi bulamayan bir yazar olarak, içerden diyebileceğimiz ne kalleşlikler gördük, ne yapalım deyip sustuk.. Şimdi ambargo koyanlar iftira atanlar açık farkla kazandı, yolunuz açık olsun..

Birkaç yalan daha ha gayret, birkaç fırıldak daha, birkaç kömür yardımı daha, rötatifleriniz, milyar dolarlarınız, ihaleleriniz her şey ülkemizin menfaati için, adalet hukuk için, ha gayret az kaldı. Ülkemiz artık yarına kalmaz özgürlük ve hürriyetlere kavuşacak. Halk size oy verdi mi verdi, artık milyar dolarları utanarak gizleyerek değil aleni açık gün ortasında yemeniz için kapılar ardına kadar açıldı. Utanılacak gizlenecek dokunulmazlıklara sığınılacak hiçbir yasa kalmadı. Nasılsa hesap soracak hakim savcı hukuk kalmadı, artık size oy verenlerin “Ya Allah Bismilah Allahüekber” sloganlarıyla cami önlerinde topluca “euzubillah” der amin der yersiniz.

Size de yuh olsun, yandaş medyanın ekranlarına gidip güya horoz dövüşü yapan sahte kahramanlar, onurunuzla köşenizde bir başına oturmayı beceremediniz. Liberallere övgüler düzen ek’ler çıkartan, kuyruk yağından kakırdak gibi Cumhuriyet Gazetesi’nden ne bekliyordunuz, ne yaptığını kimsenin bilmediği Halk TV’de televizyonculuk oynayanlardan ne bekliyordunuz, ülkesinden habersiz, şahsi bencillik ve kaprislerinin adını ilerici solculuk koyanlardan ne bekliyordunuz? İktidarın bir tokadını yiyip korkudan ebediyen susup kaçanlardan ne bekliyordunuz, bertaraf oldunuz işte, paracuklarınıza ışıltı ekranlarınıza hanım spikerlerinize sabahlara kadar doymadığınız tartışmalarınıza, hayırlı olsun..

Ne bekliyordunuz, bu toprağın ekmeği sağcılara portakal dilimi şeftali gibi hep sulu yumuşacık iştahlı ve şehvetli, bize hep taş gibi kemik gibi hep sert oldu..

GÜCÜM BURAYA KADAR, BAĞIŞLAYIN
Şimdi dünden daha yalnız ama dünden daha güzelim.. Onların oy çuvalları var bizlerin her biri ayrı değer milyonlarca tek tek kendi örgüt gücü var. Onların gücü çöl tozu gibi tozu dumana katan medya örtbasları, yalanlar, iftiralar, bizlerin gücü ise doğru dürüst cesurca söylenmiş tek tek kelimeler, her biri üzüm tadında.

Şimdi başlıyor dünyada var olma heyecanı, insanlıktan süzdüğüm tek bilgi, düşünen hiç kimse ağalara şeyhlere siyasilere kolay av olmadı..

Çekeceğimiz daha çok acılar var, daha çok yanıp kavrulacağız, meyve şekerinin tadından kim usanmış, kim usanmış güzelden.

Şimdi başlıyor ülke cumhuriyet bağımsızlık aşkınızı bu en karamsar günden başlayarak ebediyen sınamaya..

Ben de bilmiyorum kardeşlerim gözlerini aşka aşkla kapatanların, gözlerini iftira ve yalanlara kapatanlarla savaşı nasıl ne şekilde sonuçlanır, vallahi bilmem..

55 yaşındayım dayanamazsam da artık sabredeceğim, bu maçı daha ne çok maçı kaybettik kaybederiz, ama Sadi’nin lafıdır, kimse sevgilime çirkin diyemez, sırtımdan bıçaklar yesem de…

Bir de özel notum var, referandumdan birkaç gün önce söylemiştim, artık yazacak konuşacak maddi gücüm imkanım kalmadı, ambargolara ve bedava yazıp çizmelere ve bitmeyen mahkemelere karşı bugüne önceden yazdığım 25 kitaptan birkaç lirayla gıdı gıdına geldik, kararım şu, gelecek seçimlerden bir iki ay önce yine yazıp konuşma imkanım olursa çıkar görevimi yaparım, içinizde en çok konuşan en çok yazı yazan kardeşinizim, gücüm buraya kadar.. Bağışlayın.. Belki arada bir Serdar Akinan’ın Mızıkacılar Sitesi’ne çıkar beş on dakika konuşuruz. Nazım’ın hiç bilinmeyen ama en güzel şiiridir, ‘rüyamda yari gördüm şöyle belden yukarı, bulutların ardından ay gibi gider, o gider ben giderim, hepsi bu kadar..’ Şimdi bırakmadan önce yazarlığı son satırına gelmişken yazarlığım, şiirimiz ne diyor yorumlamak istiyorum, son cümlem:, ‘rüyamızda bulutların ardından akan yarimizi görmüştük, hepsi buydu, hayat dünya her şey işte hepsi bu kadarcık..’

Nihat Genç
Odatv.com

23 Ağustos 2010 Pazartesi

HANEFİ AVCI'NIN KENDİSİ BİR BELGEDİR

Türkan Saylan öldü gitti, yaşlı kanser hastasının evi arandığı gece TV'ye çıkan Nazlı Ilıcaklar ne diyordu: iddialar var efendim, iddialar. Karşı taraf delil yok belge yok, kanunsuz isnatsız yaka paça insanları tutukluyorsunuz diye çırpındıkça, her Allah'ın akşamı yüz çeşit TV'ye çıkıp iddialar var efendim efendim yaygarasını bastılar. Erol Manisalı alındı belge sorduk, iddialar var efendim dediler, Kanadoğlu'nun evi arandı belge sorduk, iddialar var efendim, İlhan Selçuk niye alındı, iddialar var efendim. Bu Ergenekon Balyoz haksız tutuklama sürecinin adını, 'iddialar var efendim' diye koyabilirsiniz.

Ve Tuncay Güney gibi saçma sapanlığı amatörlüğü karışıklığı tezviratı çok açık bir kişinin Türkiye'de yaşayan herkesi acı acı güldüren komik iddialarına TRT'leri açtınız, yüz çeşit haber bülteni sabah akşam yayın yaptı..

Yetmedi, şaibeli gizli tanıkların ifadeleri kaç yıldır manşetlerden inmiyor, yetmedi, PKK itirafçılarının her uydurduğu kahpece tezgah sözler her akşam TV programlarında saatlerce günlerce aylarca ve yıllarca tartışılıyor..

Şimdi, eski bir istihbarat daire başkanı ve bugün emniyet müdürlüğü yapan ve geçmiş siciline kimsenin dil uzatamayacağı bir devlet görevlisi Türkiye'deki ortaçağ devlet yapılanmasının tam anlamıyla cemaat tarafından yönetildiğini söylüyor. Ve düne kadar suçlayan, iftira atanlar hemen 'savunma' pozisyonuna girdiler.

Ne diyorlar savunmalarında, Hanefi Avcı'nın elinde belge yok, delil yok...

Düne kadar saldırılan bizdik ve delil yok belge yok diye canımız yanarak haykıran bizdik..

Şimdi cemaatçiler ve cemaatseverler 'belge yok, delil yok' diye savunmaya geçtiler..

Roller Hanefi Avcı'nın bir kitabıyla bir günde değişti..

Ancak Türkiye'ye yıllardır hukuk nizamı vermeye çalışan ve yıllardır bize evrensel hukuk incileri söyleyenlerin hukuk bilgilerinin sıfırın altında olduğu da bugün itibariyle ortaya çıktı..

Sayın cemaatseverler, belge yok diyorsunuz, Hanefi Avcı sorgulanır ne olup olmadığı daha iyi anlaşılır.

Taraf Gazetesi'ne kimlerin postaladığı bilinmeyen, fotokopi kesme yapıştırma, halen TÜBİTAK’ından teknolojik kriminal merkezlere kadar kimsenin anlayamadığı her sayfası tartışmalı bavullar dolusu kağıtların her biri belge oluyor, kamuoyunda bir yıla yakın tartışılan şaibeli ıslak imzalar belge oluyor, telefon kayıtları belge oluyor, ama Hanefi Avcı'nın kitabı belge olamıyor… Hanefi Avcı şaibeli kopya bir kağıt parçası değil, canlı canlı karşınızda. Halen görevde. Sicili temiz. Hatta bir dönem çok sevdiğiniz çok yakınınız.

Bilmeniz gereken şudur, bir istihbarat daire başkanının kendisi 'BELGE'dir.. Halen görevde ve sicili temiz bir emniyet müdüründen daha gerçek ve daha büyük HUKUKİ BELGE yoktur.

Yıllardır başımıza alikıran başkesen savcı hakim avukat hukukçu özgürlükçü kesildiniz ama hukuki bir belge'nin ne olup olmadığını hala bilmiyorsunuz..

Bir daha öğrenin, bu bir gizli tanık, bir PKK itirafçısı değil karşınızdaki.. Öğrenin, istihbarat daire başkanının kendisi BELGE'dir..

Öğrenin en değerli HUKUKİ KANIT listesinin başında devletin Emniyet Müdürleri'nin şahitliği gelir…

Nihat Genç
Odatv.com

10 Ağustos 2010 Salı

Ciğerleri Kanıyor

“Yargı” diyordu Baş Bakan, “ciğerlerimizi kanatıyor!”

Ne diyelim haklıdır, ciğerleri kanatan nice yargı adamı var şu beli doğrulmayan memlekette:

✰Yargı adamları var, “mahkeme kararları yok hükmündedir” diyen.

✰Yargı adamları var, dosyayı görmeden, adlarını bilmediği birçok kişinin telefon görüşmeleri kayıt altına alınsın diye kararlar imzalayan.

✰Belediyeleri ne plan ne program dinliyor; yıkıyor, yapıyor, borç-harç içinde yüzüyor; ama yandaşlara ödeyip duruyor. Yargı adamları var, sinema seyreder gibi izlemekle yetiniyor.

✰Yargı adamları var aklına eseni yapıyor; ne yasa dinliyor, ne kural, ne kişilik hakları…

Daha ne yargı adamları var bir bilseniz; hiç ciğerleri kanatmayan!



Namuslu memur var, görevini yerine getiriyor, iş uygunsuz olunca demiri kestirmiyor Emire. Memur görevden uzaklaştırılıyor. İş düşüyor Danıştay’a, memura karşı yasa dışı davranış saptanıyor.

İktidarın ciğerleri kanıyor. Bütçe açık veriyor; en büyük kentin en tarihi yerini Körfez şeyhlerine satıyorlar. Bazı oyunbozanlar, yasa dışıdır deyip yargıya başvuruyorlar. İşte o yargı var ya o yargı; ihaleyi yok hükmünde sayıyor.

Sadrazamın ciğerleri kanıyor da kanıyor! Sınır boyları adı gizlenen yabancılara 49 yıllığına kiralanıyor. Yine bir oyunbozan yargıya başvuruyor. Yargı basıyor kararı; yurt toprağıdır, ulusal güvenliktir, diyor, kiralayamazsın, diyor.

Sadrazamın ciğerleri kanıyor. Böyle yargı mı olurmuş; işi gücü bırakmış yasaları uygulayarak ciğerleri dağlıyor, kanatıyor! Yok, artık başka çare; eşit adalet dağıtacak yargının yerine emir kulu kadı-hâkimler atanacak! Ciğerler kanamamalı; yürekler yağ bağlamalı!



PKK emir üzerine siyasal yaşama katılmalı; kadı-mahkemeler Anayasa, ulusal güvenlik diye tutturmamalı! PKK saldırıp onlarca askeri vuruyor, zamane Padişahı “Münferit olay” deyip gülümsüyor. PKK pusu kuruyor, askerlere kıyıyor; Sadrazam bıyıklarını buruşturuyor; “Bakalım ardında kim varmış?” diyor. O yargı var ya o yargı, pusuya yatmış, yüce divanlar düşlüyor.

Ciğerler kıyım kıyım kıyılıyor; için için yanıyor!



Kim oluyormuş bu yargı?

Kaldırırız yargıyı, kaldırırız Cumhuriyet devletinin kuruluş maddelerini; bakalım, olmayan yargı karar verebilecek mi? Koyarız bizim kadı-hâkimleri mahkemelere, söküp atarız o yargının cüppelerini! Sıkışırsa kadı-hâkimler başvururlar ulemaya!



Sadrazam “yargı” deyince yalnızca cüppeli yargıçları anlıyor! Yasalar, kurallar, yargılama yöntemleri “yargı”dan sayılmıyor. Bir yargıç yanlış karar verirse başvurulacak Yargıtay var, Sadrazam kurumu yargıdan saymıyor!

Devlet yönetimi, hükümetler yasaları uygulamazsa, kurallara aykırı olarak çalışanları ezerse Danıştay var! Sadrazam o kurumu da yargıdan saymıyor. Saymıyor, çünkü o kurumlar emir dinlemiyor. Hele şu Anayasa yıkımına bir “Evet” çıksın, görecek o ciğer kanatanlar!



Türkiye bu ikili hukuk düzenini kaldıramıyor: Yaslarla, kurallarla bağlı, siyasilerden bağımsız bir hukuk düzeni ya da İslam ulemasının emirlerini demirleri kestiği “Şer'i” düzen!

Şimdi söyler misiniz; durum böyleyken şu geçmişin devrimci şef-yazarları ne oldu da, bu gelişmeleri “demokrasinin ilerlemesi” olarak yutturmaya kalkıyorlar?

Çöplüğün Soytarısı, “Bağımsız yargı” diyenlere niçin ama niçin hakaret edip duruyor?

Grev çadırlarının ünlü öğretmeni ne oldu feminist havalarda yeşil-siyah İslam devrimini destekliyor?

CIA’nın muteber adamlarını bir yana koyarsak şarkıcı-aydınlar, kadı-hâkimlerin önünde hangi düşünce özgürlüğünü savunacaklarını sanıyorlar?

Mustafa Yildirim

12 EYLÜL’DE NASIL BİR TUZAK PLANLANIYOR?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Dolmabahçe-Bomonti tünelinin açılışında, “12 Eylül’de yapılacak referandumla 12 Eylül darbecilerinin ve onların yardımcılarının hesap vereceğini” söylemiştir. (Vural Savaş, Sözcü, 23.07.2010) Başbakan’ın söylemi, Anayasa’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasına dayanmaktadır.

Bu söylem gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü, geçici 15. madde kaldırılarak “12 Eylülcülerden” hesap sorulabilmesi hukuken olanaklı değildir. Açıklamaya çalışalım…

1) Öncelikle belirtmek gerekir ki, AKP, Anayasa’nın geçici 15. maddesinin kaldırılmasını, 12 Eylül’le hesaplaşmak için değil, kendi sivil dikta rejimini sağlayacak yargı darbesine ilişkin değişiklikleri gözden kaçırmak ve bu yolla referandumda “evet” oyu çıkması için araç olarak kullanmıştır. Yani bu geçici maddenin kaldırılması bir “tuzak” değişikliktir.

Çünkü, geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılması 12 Eylülcülerin yargılanmasını sağlayamaz; buna hukuken olanak yoktur.

Her şeyden önce geçici 15. madde bir “af normu” niteliğindedir. 12 Eylül’ü yapanlar için af getirmiş, eylemi suç olmaktan çıkarmıştır. Geri dönüp, “affı kaldırıyorum, eylemi yapanları yargılayacağım demek” olanaksızdır. Aleyhe düzenleme içeren yasaların geçmişe yürümedikleri bilinen bir hukuk ilkesidir. Geçici 15. maddeyi kaldıran yasa da yürürlüğe girdikten sonra hüküm ifade edecek, geçmişe yürümeyecektir.

İkinci olarak, Anayasa’nın 38. maddesine göre, hiç kimse “işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz”. Türk Ceza Yasası’nın 7. maddesinde de, “işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemez. İşlendikten sonra yürürlüğe giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı da kimse cezalandırılamaz” kuralına yer verilmiştir. Yine TCY’nın 7. maddesinde, “suç işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır” denilmektedir.

Bu kurallar karşısında, Anayasa’nın geçici 15. maddesinin yürürlükten kalkmasıyla “12 Eylül darbecilerinin ve onların yardımcılarının hesap vereceğini” iddia etmek, hukuk bilmezliğin itirafından başka bir şey değildir. (Vural Savaş, Sözcü, 23.07.2010) Bu yolla, hukuk bilmeyen bilmemesi de doğal olan halk etkilenmeye çalışılmaktadır.

Ayrıca belirtmek gerekir ki, TCY’nın 71, 68 ve 311. maddeleri uyarınca olayda zamanaşımı süresi de dolmuştur. (Av. Uğur Yetimoğlu, Cumhuriyet, 03.08.2010) Bu nedenle de, 12 Eylül darbesini yapanları yargılamak olanaksızdır.

Bu hukuksal nedenler, Anayasa’nın geçici 15. maddesinin yürürlükten kalkmasıyla “12 Eylülcülerden hesap sorulamayacağını” ortaya koymaktadır.

2) Aslında bunu Sayın Başbakan da bilmektedir. Başbakan’ın bildiğini Fethullah Gülen, açıkça dile getirmiş ve “Referandumun sadece 12 Eylül’ün kirlerini temizlemeye ve darbecilerle hesaplaşmaya vesile gibi gösterilmesi doğru değildir. Bu sayede darbecilerden intikam alınacağını düşünmek yanlıştır” (Cumhuriyet, 02.08.2010) diyerek, tarikat ve cemaatleri koruyup kollayan, bu yolla ivme kazanmalarına yardımcı olan 12 Eylül yönetimine sahip çıkmıştır.

Bu söylem, Başbakan’ın özde 12 Eylül yönetimiyle hesaplaşmak amacında olmadığı, geçici 15. maddenin yürürlükten kaldırılmasının “tuzak” düzenleme olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü hiçbir tarikat ve cemaat mensubu kendilerine yardımcı olan ve bugünlere gelmelerini sağlayan bir yönetimden hesap sormaz.

3) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Yalova Marina’daki toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada, “Askeri darbelerde nice delikanlılarımız darağacında sallandırıldı, asıldı” diyerek, daha önce parti grubunda yaptığı gibi 12 Eylül’deki idamları, dolayısıyla 12 Eylül’ü eleştirir görünmüştür. (Cumhuriyet, 24.07.2010)

Oysa Sayın Erdoğan, Refah Parti İl Başkanı olduğu o günlerde, idamların önlenmesi için kendisini ziyaret edenlere, “Haşa idam cezalarının kaldırılması söz konusu değildir… Biz kısmet olur iktidara gelirsek Fatih Sultan Mehmet kanunlarını getireceğiz. Düzenin kurulması için idam cezalarının devam etmesini sağlayacağız” diyebilmiştir. (Cumhuriyet, 24.07.2010) Bu saptama da, geçici 15. maddenin kaldırılmasının bir “tuzak” değişiklik olduğunu göstermektedir.

4) 12 Eylül döneminde yapılanlar ile AKP iktidarının son üç yılında yapılanlar arasındaki benzerlikler, amacın “12 Eylül’den hesap sorulması” olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.

Gerçekten, 12 Eylül 1980’de yapılan darbeden sonra askeri rejim tüm karşıtlarını tutuklatmış, o dönemde insan haklarını hiçe sayan uygulamalar yapılmıştır.

12 Eylül 2010’da durum farklı mıdır? Özel yetkili mahkeme, gizli tanık ve ihbarcı uygulaması getirilerek Atatürkçü, yurtsever, AKP karşıtı aydınlar, akademisyenler, gazeteciler, askerler, politikacılar, tarikat ve cemaatlerle uğraşan savcılar tutuklattırılmış, insanlar yasa dışı yollarla dinlenerek kutsal olan özel yaşamlar alt üst edilmiş, temel hak ve özgürlükler, adil yargılanma hakkı, masumiyet karinesi bir yana bırakılmış, yandaş medya yardımı ile insanlar, yargısız infaza tabi tutularak suçlu ilan edilmiştir. Yargı aracılığıyla YAŞ kararlarına bile ambargo konulmuş, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin düzeni ve disiplini siyasal iktidarın çıkarı doğrultusunda yok edilebilmiştir.

Tüm bunlar, AKP anayasa değişiklik paketinde geçici 15. maddenin kaldırılmasına yer verilmesinin “12 Eylül’den hesap sorulması” amacıyla yapılmadığını ortaya koymaktadır.

5) AKP Anayasa değişikliği çalışmalarına başladığını açıkladıktan beri bu değişikliklerin Atatürk Cumhuriyeti’ni İslami Cumhuriyete dönüştürmek için yargıyı ele geçirmeye çalıştığını, değişiklik paketiyle bunun hukuksal alt yapısının hazırlandığını söyleyip durduk. Bu konudaki hiçbir söylem Fethullah Gülen’in referandumda “evet” denmesini istemesi kadar etkili olamadı, olamazdı.

Prof. Dr. Hakan Yavuz’un nitelemesiyle “AKP’yle koalisyon içinde iktidarı hedefleyen” (Leyla Tavşanoğlu ile söyleşi, Cumhuriyet, 25.07.2010), AKP ile özdeşleşen ve siyasallaşan cemaatin lideri Fethullah Gülen, “O paketin içinde milletimizin istikbali için çok önemli maddeler var; bu itibarla da değişiklik paketi bu yönüyle desteklenmeli ve ‘evet’ oyları bu niyetle verilmelidir. Değil sadece kadını erkeği, çoluğu çocuğuyla hatta imkan olsa mezardakileri bile kaldırıp ‘evet’ oyu kullandırmak lazım” diyerek (Cumhuriyet, 02.08.2010), değişiklik paketinin, Cumhuriyet rejimini daha İslami bir yapıya dönüştürülmesi, tarikat ve cemaatlerin Türkiye’yi yönetmeleri önündeki hukuksal engellerin ortadan kaldırılması yönünden ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Demek ki, “12 Eylül’den hesap sorma” söylemi de, değişikliklerin gerçek amacını gizlemek ve referandumda “evet” çıkmasını sağlamak için kurulan tuzaklardan yalnızca biridir.

Bülent Serim
Anayasa Mahkemesi eski Genel Sekreteri
Odatv.com

27 Temmuz 2010 Salı

ERGENEKON’U GELİNİZ BURADA ARAYALIM

12 Eylül 1980 darbesinin ilk idamları; devrimci Necdet Adalı ile ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu’nun dava dosyalarındaki benzerlikler şaşırtıcı. İkisi de silahla kahve taranıp adam öldürme iddiasıyla yargılandı. İkisinin de eline silah verenler cezaevinden kaçıp kayıplara karıştı. Adalı’nın davasında “MİT ve polis ajanıyım” diyen kimdi? Pehlivanoğlu itirafçı olmasına rağmen neden asıldı? Bugün her taşın altında Ergenekoncu arayanlar, asıl “planlayıcıyı” hep gözden kaçırıyor. Kim mi o?

Hakan Aygün 25 yıllık gazeteci. Arkadaşlığımız daha da eski.

Geçen hafta, “Necdet Adalı’nın silahla kahve taradığına beni kimse inandıramaz; bu işte bir bit yeniği var; arşivinde konuyla ilgili dosyalar varsa kurcalasana” dedi.

Hakan Aygün, Samsun Anadolu Koleji’nde öğrenciyken “Kurtuluş” örgütüne yakındı.

Ankara Yıldırım Beyazıt Lise öğrencisi Necdet Adalı da “Kurtuluş” sempatizanıydı. 1977’de Ankara’da kahve tarama eylemini yaptığında 19 yaşındaydı.

Aradan yıllar geçmesine rağmen Hakan Aygün’ün anlayamadığı “Kurtuluş”un bu eylemi neden yaptığıydı?

Haklıydı. Şöyle ki...

Örgütün şiddete bakışı

“Kurtuluş”, Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) kökenliydi. Ancak 1974’den sonra, Mahir Çayan’ın “suni denge” kavramını reddedip Sovyetler Birliği’ni sosyalist bir ülke olarak tanımladı. Bu durum hareketin devrim stratejisini değiştirmesine de neden oldu; devrimin öncü savaşıyla değil, işçi sınıfı içinde örgütlenerek kitlesel ayaklanmayla olacağı tezini benimsedi.

İşte Hakan Aygün’ün kafasını karıştıran buydu; faşizm tahlilini de değiştirip, bireysel şiddete de karşı çıkan “Kurtuluş” nasıl olmuştu da, sempatizanı 19 yaşındaki Necdet Adalı’yı eyleme göndermişti?

İki kişinin ölümüyle sonuçlanan kahve tarama eylemine örgüt nasıl onay vermişti? Ya da vermiş miydi? Bu sorunun yanıtı dava dosyasında var. Keza Necdet Adalı’nın avukatı Mehdi Bektaş’la da konuştum.

Kim bu Törer?

Tarih 10 Temmuz 1977.

Ankara İsmetpaşa mahallesindeki genellikle sağ görüşlülerin gittiği Güneyli Kahvehanesi dışarıdan silahla tarandı. Kahvedeki Mehmet Ali Gözleme ve Sıtkı Aydın öldü.

Kısa bir süre sonra Ankara Telsizler semtindeki bir eve yapılan baskında Necdet Adalı ve Kemal Ergin yakalandı.

İlginçtir, olaya adı karışan Aslan Törer de, nasıl oluyorsa idam cezası alacağını bile bile kendi ayağıyla polise gidip teslim oldu! İşin bam teli de burası. Çünkü bu Aslan Törer hayli ilginç bir kişi.

Necdet Adalı mahkemede hep aynı sözleri tekrarladı:

“O gece Aslan Törer bizi kahvehanenin önüne götürdü. O birden ateş etmeye başlayınca heyecanlandık, tabancalarımızı çektik; biz havaya ateş ederken, Aslan Törer içeriyi tarıyordu.”

Kemal Ergin’in de ifadesi aynıydı, Aslan Törer tarafından kullanıldıklarını söyledi.

Polise gidip teslim olan Aslan Törer, mahkemede nasıl ifade verdi biliyor musunuz; “Ben MİT ajanıyım!”

Mahkeme MİT’ten bilgi istedi. MİT “Aslan Törer adında bir elemanımız yoktur” dedi. Keza polise de soruldu; onlar da aynı yanıtı verdi.

Aslan Törer MİT ya da polis ajanı mıydı? Yoksa adını bilmediği bir başka istihbarat örgütüne mi çalışıyordu? Kimdi bunlar? Öğrenilemedi. Tek bilinen bir ara Devrimci Yol’dan polisle işbirliği yaptığı kuşkusuyla kovulduğuydu.

Sonuçta 2 Ekim 1979’da Sıkıyönetim Mahkemesi, Necdet Adalı ve Kemal Ergin hakkında idam cezası verdi.

Kendiliğinden teslim olduğu, samimi itiraflarda bulunduğu ve iyi halden dolayı Aslan Törer ömür boyu hapse mahkum edildi. Aslan Törer bir süre cezaevinde yattıktan sonra çıkıp kayıplara karıştı.

İlginçtir; 16 Temmuz 1980’de idam kararı Askeri Yargıtay tarafından onanmasından kısa bir süre sonra Kemal Ergin de Ankara Kapalı Cezaevi’nden kaçtı. Bugün nerede olduğu bilinmiyor; söylenen Filistin’e gittiği ve burada 1981’de İsrail askeriyle girdiği çatışmada şehit olduğu. Doğru mu? Yoksa kimlik değiştirmek için numara mı? Tam bilinmiyor.

Son mektup

Ve “elde kalan” gencecik Necdet Adalı, 12 Eylül 1980 darbesinden hemen sonra, “bir solcu ve bir sağcı hemen asılsın” emriyle, 8 Ekim 1980’de idam edildi. Son mektubunda bile suçlamayı reddetti:

“(...)Şu kısa yaşamım içerisinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden, ezilenler uğruna verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım. Bundan dolayı gurur duyuyorum. Hakim sınıfların göstermek istediği gibi bizler hiçbir zaman masum savunmasız insanlara karşı katliam girişiminde bulunmadık (...)”

Geçen hafta Necdet Adalı gündeme gelince dönemin Sıkıyönetim Mahkemesi Başkanı Ali Fahir Kayacan medyaya bir açıklama yaptı. İdam kararını, “yakalanan” Aslan Törer’in itirafları sonucu verdiklerini açıklayarak haklı olduklarını savundu!

Şaşırtıcı mı?

Değil.

Devrimci Necdet Adalı’yla aynı gün idam edilen ülkücü Mustafa Pehlivanlıoğlu olayına da bakalım..Çünkü iki olay arasındaki ilginç benzerlikler var...

İtirafçı olmasına rağmen asıldı

Tarih 10 Agustos 1978.

Ankara Balgat semtindeki yanyana olan 5 kahvehane silahla tarandı. Kahvehanelerden 3’ü sol görüşlülerin 2’si sağ görüşlülerin gittiği yerlerdi!

Olay sırasında beş kişi öldü; onüç kişi yaralandı.

Katliamı gerçekleştirenler Mustafa Pehlivanlıoğlu ile İsa Armağan yakalanıp 18 Ekim 1979’da Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi’nce idama mahkum oldular. Askeri Yargıtay kararı, Necdet Adalı’nın idamıyla aynı gün 16 Temmuz 1980’de onadı. 10 gün sonra Mustafa Pehlivanoğlu ve İsa Armağan Mamak Cezaevi’nden kaçtılar.

Pehlivanlıoğlu Kütahya Çal ilçesinde yakalandı.

İsa Armağan’ın son görüldüğü yer Kayseri Yahyalı ilçesi oldu.

Pehlivanlıoğlu 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 22 Eylül’de itirafçı oldu; tüm bildiklerini anlattı. “Benim de karıştığım Balgat Olayı Abdullah Çatlı’nın emriyle gerçekleştirildi. Bizimle Balgat Olayı’na karışan Haydar Şahin 2-3 ay sonra çok şey bildiği için Abdullah Çatlı tarafından öldürüldü.”

Pehlivanlıoğlu; itirafçı olmasına, kendini yakalayan Dürüst Oktay adlı komiser ile davanın askeri savcısının çabalarına rağmen idam edilmekten kurtulamadı. Bir itirafçının asılması ilk kez oluyordu!

İsa Armağan’ı tanımıyorlar!

Mustafa Pehlivanoğlu’nu azmettirdiği ve eline silah verdiği iddia edilen İsa Armağan İran’daydı. Ekim 1981’de sınırı izinsiz geçmek suçundan 3 aya mahkum oldu. Mahkumiyetini tamamladıktan sonra Türkiye’ye iade edildi. Ancak sınır polisi sahte kimlikli bu kişinin İsa Armağan olduğunu anlamayınca serbest bırakıldı! Tekrar İran’a kaçtı. Yine yakalanıp Uzuniya Cezaevi’ne konduğunda İnterpol Türkiye’yi uyardı; Türk polisi İsa Armağan’ın parmak izini gönderene, Adalet Bakanlığı iadesini isteyene kadar İsa Armağan ortalıktan kayboldu.

Yıllar sonra, Soğuk Savaşın bitmesiyle 1992’de Almanya’da ortaya çıktı. Gladio’nun Türk tetikçilere artık ihtiyacı kalmamış mıydı? 1995’te Türkiye’ye iade edildi. Sonra çıkarılan afla Bandırma Cezaevi’nden salıverildi.

Gelelim sonuca

Acı olayların yaşandığı bu dönemi bıkmadan usanmadan mercek altına almalıyız. Ne yazık ki Susurluk meselesinde bir arpa boyu yol alındı. Ergenekon ise, Okyanus ötesi stratejik planların, iç siyasetin kurbanı oldu; muhalefeti susturmanın aracı haline getirildi. Bu göz boyamalar bazılarını ikna ediyor olabilir.

Ancak dün, 12 Eylül darbesini meşrulaştırmak, kabul görmesini sağlamak için şiddetin artırılmasını organize eden NATO gölgesindeki Gladio açığa çıkmadan bu meseleleri çözemeyiz. Bu konuda bu sayfada yeteri kadar yazdım; tekrarlamaya gerek yok artık.

Diğer yandan...

Adı, sanı, partisi ne olursa olsun kimse ölülerimiz üzerinden siyaset yapmamalıdır.

Hele hele kimse anayasa referandumunu “12 Eylül darbesiyle hesaplaşıyoruz” şovuna dönüştürmemelidir.

Bakınız...

Size son bir olay yazarak konuyu kapatayım:

“Vietnam Savaşı kahramanı” Robert Commer başkanlığında Türkiye’ye gelen ABD heyetine, 12 Eylülcüler iyi niyetlerini göstermek için bakın ne yaptılar:

Heyetin geldiği gün; yani, 26 Haziran 1981’de, Kadir Tandoğan ve Ahmet Saner’i alelacele idam ettiler.

Suçları; Anayasa’nın değiştirilmesine olanak sağlamak için CIA Subayı Sam Novello’yu öldürmekti!

Anayasayı değiştirmek için idam edilen Kadir Tandoğan idam sehpasını tekmelemeden önce şu sözleri haykırdı: “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası hiçbir zaman emekçilerin hizmetinde olmamıştır.”

Kadir Tandoğanların bu referandumdaki oylarının ne olduğu bellidir; tv’lere çıkıp sol adına “evet” propagandası yapmak, bırakın siyaseti ahlaken de doğru değildir.

Soner Yalçın
Odatv.com

POLİSLERİN ELİNE DEMİR ÇUBUĞU KİM VERDİ

Haberler doğruysa, Çetin Doğan’ı tutuklamak için gelen polisler demir çubukluymuş... Bu polisleri bu kadar başı boş kim bıraktı? Hukuk’un olmadığı her yerde herkese hak doğar. Bunun adı ya devlet başa ya kuzgun leşe’dir. Polislerin eline demir çubuğu kimler verdi, Pensilvalya’dan mı Amerika’dan mı Tayyip Erdoğan’dan mı, kimden, kamuoyunun tanıdığı bu polisler müriddir emir almadan çalışmaz... Eline demir çubuk aldığına göre bayağı delikanlı olmalı. Sınav sorularını çalıp polis hakim olanlar, sahipsiz köylerden çocukları dersanelere doldurup sonunda polis hakim yapanlar, en sonunda, demir çubuklarla askere karşı ayaklandılar demek. Demek iş buraya kadar geldi. O polisin gözleri mi karardı yoksa. Hani bugünlerde asker görenlerin gözleri kararıyor... Eline çubuk alanlar ya da o çubuk’u birilerinin eline verenler bizim cesetlerimizi çiğnemeden o çubukları kullanamazlar. Hukuk böyle bir çubuktan bahsetmiyor, yoksa o polis on bin kişinin okumadığı Taraf Gazetesi, Yedi yüz bini bedava satılan Zaman Gazetesi’nin gücüyle mi o çubuğu eline geçirdi? Benim vergilerimle maaş alıyor sonra kimlerden emir alıp askere çubuk gösteriyorsun? Yoksa birileri Türkiye’de ışıkları söndürdü de haberimiz mi yok. Bu çubuklar ışıklar çoktan söndürüldü ve heyhat biz zavallılar hala belki birazcık devlet hukuk bir yerlerde kalmıştır diye boşuna mı bekliyoruz, o çubuğu kaldırdığınız an başka bir halk başka bir ülke yola çıkar haberiniz olsun. Yoksa o polis bey gün ortasında askere meydan dayağı mı çekecekti... Yoksa falakaya mı yatıracaktı... Bu devletten maaş alan herkes, cumhurbaşkanından esrar arayan polis köpeklerine kadar herkes, o demir çubuk’un ne olduğunu infial içindeki halkımıza anlatsın... O çubuk ‘halkı galeyana getirmek halkı infiale sürüklemek’tir, hukuk bitti devlet bitti demektir. İnceleyelim bakalım o çubuk haberi doğru mu, doğruysa, 12 Eylül referandumunu hiç beklemeyelim, biz de başımızın çaresine bakalım. O demir çubuk varsa ve birileri ona göz yumuyorsa, sadece hukuk’un değil bağımsız topraklarımızın her ferdinin düşmanı olacak, duydunuz mu Cumhurbaşkanlığı makamı, duydunuz mu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık makamı... Ajanların tertiplerin ve iftiraların sürüklediği bir ülkede yaşamaktan yorulduk yetmedi şimdi birileri çubukları eline almaya başladı demek... Sen çok yaşa Cumhurbaşkanım, çok yaşa Tayyip Erdoğan...

HİZBULLAH'TAN BAHSEDEN YOK
Oysa başka bir şey yazmak istiyordum. Derin Devlet denince bu ülkede herkesin aklına ilk gelen Hizbullah ve onların Güneydoğu’da yüzlerce insanı domuz bağıyla öldürmesi.. Gelmiş geçmiş dünya tarihinin en vahşi evet tüm dünya tarihinin en vahşi cinayetlerini işleyen Hizbullah’tan bugünlerde hiç bahseden yok.. Yüzlerce insanı kaçırıp sığınaklarda boğazladılar, kimdir bunlar.. Devlet mi kurmuşmuş örgütmüşmüş nemişmiş bileniniz var mı?.. Sekiz yıllık iktidarınızda Hizbullah’ın cinayetlerinden tek cümleniz niye olmadı, ucu size dokunur mu diye mi, sekiz yıllık iktidarınızda Malatya ve Trabzon’daki rahip cinayetleri, Hrant, Hablemitoğlu, Uğur Mumcular, hangi cinayetleri çözdünüz... Hiçbirini... Geçin hepsini şu Madımak’ın arkasına ulaştınız mı? Hiçbir ipucu yok ortalıklarda ve sekiz yıldır sadece kakaradan laf yuvarladınız. Bir buçuk milyon insan cemaatin ve sizin en sıkı ABD dostluğunuzla öldürüldü, ağlamadınız, Hazreti Ali’nin türbesi bombalandı, ağlamadınız, Madımak’a ağlamadın, Hizbullah’ın cinayetlerine ağlamadın, albaylar onur intiharıyla öldü ağlamadın, rektör yardımcısı kendini öldürdü ağlamadın, Kuddusi Okkır gözler önünde ihmalden kasıttan öldü ağlamadın... Senin ismin belli tipin belli nerden geldiğin belli, daha geçen sene Suriye sınırlarını İsrail’e satıyordun bugün Necdet Adalı, Mustafa Pehlivanlı’ya ağlıyorsun.

Madem ağlamak diye bir şey var, şehit evlatlarına ağlayan annelerin görüntülerini niye yasakladın, niye RTÜK’ü devreye sokup ‘halkı galeyana getiriyor’, ağlama görüntüsü ekranlarda verilmesin diye onlarca meclis konuşması yaptın... Yasak koymakta haklıymış, başbakan ağlayınca ‘galeyana’ kapıldık, arkasından hangi dümen hangi fırıldak tezgahları devreye girecek diye…

Sekiz yılın sekizi de asrı saadet dönemi, özgürlükler ülkesi olduk, şu Mehmet Ağar’la Erkan Mumcu tam birleşeceksin ne oldu da ‘parti dağıldı’... Şu Erbakan ve oğlu gibi yetiştirdiği Numan Kurtuluş arasında ne oldu da ‘parti dağıldı’, şu Muhsin Yazıcıoğlu’na ne oldu da ‘partisi silindi’, şu Sinan Aygün de mi bir parti kurma hazırlığı içindeydi, ne oldu, şu Haberal’ın çevresinde ya da şu Kamuran İnan’lar da parti mi kuruyordu ne, bir yarısı içeri alındı, şu Doğu Perinçek bir parti başkanıydı içerde, Tuncay Özkan da parti kurmayı deniyordu hala içerde, şu Baykal’ın tüm hayatında oy oranları ilk defa ve nihayet yükseliyordu ki Baykal perişan edilip gömüldü, şu ART TV sahibi Mustafa Özbek’in de bir Türkiyem Grubu vardı, ne oldu, içerde..

Parti, örgüt, dernek, toplanma, muhalefet yapma, direnme, haklarını savunma ‘gücü’ ‘direnci’ eline geçiren, muhtemel, potansiyel, yüksek bir olasılık, kim taşıyorsa, herkes ya içerde ya bir gizli güç dağıttı... Yetmedi hukuk’u yargıyı piç ettiniz yetmedi makamında cumhuriyet savcıları tutukladınız yetmedi yüzlerce asker yazar, yetmedi sabahın dördünde kanser hastası Türkan Saylan’ın evine girdiniz, ne buldunuz, iddialar vardı ne oldu, Erol Manisalı’nın İlhan Selçuk’un Kanadoğu’nun Kozmik Odalar’a girdiniz flaş flaş şok şok ne oldu, Bülent Arınç’a suikast yapan inek dağa kaçmış, dağ nerde?

Nesiniz siz... Bugün indim köyden, Karadeniz’in dev ağaçlarının yanından geliyorum. Halkımız sizi tanıdı, artık dünya durdukça bir daha yüzünüzü isminizi kimse yemin billah ederek beddualar ederek görmek istemiyor.

Başka şeyler de var, artık her yerde ‘soyutlandınız’. Eskiden insanlar arasında hepimiz içinde bir yerlerde konuşur yaşardınız, şimdi, halk, şunlar var ya onlar cemaatci, şu dükkan var ya AKP’li diye korkuyor ürküyor ve kendinden ayırıyor.. Uzaktan işaret ediliyorsunuz.. Şunlar şunlar var ya.. Şol cennetin ırmakları.. şo cennet’teki şo.. İşte ‘şoo’ oldunuz…Yani ‘biz’ değil, ‘içimizdeki’ değil, komşumuz değil, bizden değil.. Bizim mahalleli bizim köylü değil, hepiniz ‘şoo’ ‘şunlar’ oldunuz, soyutlandınız..

HALK SİZİ TANIYOR
Soyutlanıyorsunuz. Mesela dört beş sene önce yandaş yaygaralar şok şok asker şunu demiş bunu yapmış dediğinde halk kulak verip merakla ne oluyor diyordu, şimdi halk bütün numaraları çözdü, tezgahı anladı, istediğiniz manşetleri atın halk artık bu iftira kumpanyasını yemiyor... İftiralarınızı şok şoklarınızı flaş flaşlarınızı soyutladı, tınmıyor, oralı olmuyor, merak etmiyor, gerçek mi diye asla düşünmüyor... Sizler ülkeyi soydukça halk da sizleri içinden arasından çıkardı, uzaklaşıp, soyutluyor... Hangi şehre gitsem ‘bir gitsinler Allahım’ feryatlarıyla yakarışlar...

Kenan Evren’e ihtilalin o günleri biat eden mektup yazan cemaatciler, Kenan Evren’i evliya yerine koyan İslamclıar, şimdi 12 Eylül’ü yargılayacakmış.. 28 Şubat’ın Çevik Bir’ine tek laf edemeyen, 27 Nisan’ın kahramanı Büyükanıt’ın altına milyon dolarlık araba çekenler, darbeleri sorgulayacakmış... İşte dört bucak kahve kahve anlatılıp halkımızın eğlendiği konular.. Neler anlatıyorlar, bu deliler diyorlar, Ermeni’yle protokol imzaladı Ermeniler’den kazık yedi, PKK’yla el altından anlaştılar PKK’dan kazık yediler, İsrail’e arabuluculuk yapıyorlardı İsrailliler kazıkladı, Kıbrıs’ta Annan planıyla kazıklandılar, Avrupa Birliği’nde yüzlerce kez gidip gelip çocuk gibi sözlerle kandırılıp kazıklandılar... Bir insan bu kadar kazık yer mi, bu kadar çocuk yerine konur mu, bu kadar küçük düşer mi, düşer… Çünkü bunlar siyasi bir hükümet değil bunlar insan değil, bunlar halk hiç değil, bunlar canlı yaşayan ottan böcekten mahlukattan değil...
Bunlar sadece ‘plan’... Üstelik başkalarının birilerinin ‘planı’... Yırtılıp atılacakları günü bekliyorlar.

Tıpkı Sırplar Boşnaklar’ı soykırımdan geçirirken, Boşnaklar’ın direnci iyice kırılsın, sonra bizim boynumuza sarılsın diye katliamlara seyirci kalıp bekleyen Amerika gibi... Omurilik direnç iyice kırılsın, komutanlar dize gelsin, tıpkı Baas’a karşı İslamcılar’ı kullandıkları gibi... Bir çok coğrafya parçasında kusursuz işlemiş bu planın bir yanlışı var, burası Balkanlar ya da Orta-Doğu değil, bu toprağa bağımsızlığı batılılar bahşetmedi, bu ülkenin haritasını efendiler çizmedi, bu topraklarda bağımsızlığı tatmış ve seksen yıldır kavgasını veren bambaşka bir halk var... Bu halk Amerikan Planı’nı işlem tamam deyip yırtma şansını Amerikan ajanlarına bırakmayacak, bu planı Türk halkı bilekleriyle yırtıp tarihin çöplüğüne atacak... Hayır, ona yanmıyorum, bağımsız cumhuriyete demir çubuk gösterenler bir de kalkmış ‘kandiliniz mübarek olsun’ mesajı atıyorlar cep telefonlarına... Sizin bir kandiliniz var mı? Siz oturup bunu düşünün, yolsuzluk, ihaleler, üç kağıt, nursuz gelip şerefsiz gidiyorsunuz, sizin bu topraklarda ‘kandiliniz’ kalmadı, zaten cemaatciler evanjelist dini yorumlara çoktan başladı…

Nihat Genç
Odatv.com

13 Temmuz 2010 Salı

Seçmene uyarı: Yargı reformunu UNDP hazırladı!

Amerikalı bir savcının Adalet Bakanlığı’na danışmanlık yaptığını yazdığımda bakanlık bu haberi yalanlamıştı. Sonra Aydınlık dergisinde, Susanne Hayden adlı bu savcının, resmi olarak Amerikan Büyükelçiliği bünyesinde çalışmakla birlikte, 25-26 Ocak 2007’de İstanbul’daki hakim evinde, sekiz ilin özel yetkili Başsavcı vekili ve Adalet Bakanlığı’ndan üç yetkili ile çalıştay düzenlediği ve terörle mücadele yöntemlerini anlattığı ortaya çıkarıldı. Adalet Bakanlığı, bu haberler üzerine herhangi bir açıklama yapamadı.

Şimdi en az bu skandal kadar büyük bir skandalı yine açık kaynaklardan elde ettiğim bilgilerle bilginize sunuyorum...

Anayasa reformu denilen ve Türk yargı sistemini altüst eden çalışmalar, uzun süreden beri Adalet Bakanlığı ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından sürdürülüyor.
Danıştay 2. Dairesi Tetkik Hakimi Fetih Sayın, Danıştay Başkanlığı tarafından görevlendirilerek 16-17 Nisan 2009 tarihlerinde Ankara Sheraton Oteli’nde yapılan semineri takip etti ve bir rapor hazırladı.

Fetih Sayın öncelikle UNDP’nin İnternet sitesini inceledi ve “Kurumsal Yönetim Perspektifinde Yargı Reformunun Desteklenmesi” projesinin 112 bin Amerikan Doları bütçesi olduğunu ve Ocak-Ağustos 2008 tarihlerini kapsadığını tespit etti.

UNDP sitesinde aynen şöyle deniliyor: “UNDP, ulusal hükümet nezdinde güvenilir bir ortaktır, yargıda iyi yönetişimi sağlamada ulusal hükümete katkı verecek pozisyondadır. Proje adalet reformunda Türkiye’ye yol haritası hazırlamak için hazırlanmıştır ve Adalet Bakanlığı, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek mahkemelerin yapıları ve kendi aralarındaki etkileşimlerine yönelik genel bir değerlendirme sağlayacaktır.”

UNDP’nin “Türk Yargı Reformuna Destek” başlıklı raporunda da şu bilgiler veriliyor:

* “Yargı Reformunun Desteklenmesi Projesi kapsamında 13-14 Mart 2008 tarihinde Ankara’da bir çalıştay gerçekleştirildi. Geniş bir katılımcı topluluğunca gerçekleşen bu iki günlük çalıştayda Türkiye’nin yargı reformuna ilişkin çabaları ve özellikle de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile Yargıtay ve Danıştay gibi yüksek mahkemelerin yapısı hakim ve savcılar gibi adalet aktörlerince tartışıldı.
* Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısındaki olası değişikliklere odaklanıldı.
* Katılımcılar ayrıca, Personel İşleri Dairesi Genel Müdür Yardımcısı’nca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı, üyelerinin seçim prosedürleri, atama ve terfilere ilişkin görev ve sorumlulukları hakkında bilgilendirildi. Çalıştayın ikinci günü, Yargıtay ve Danıştay başta olmak üzere yüksek mahkemelerin yapısına ilişkin tartışma ve görüş alışverişini mümkün kılan platformlara ayrıldı.
* Çalıştaya UNDP Bratislava Bölgesel Merkez Ofisi temsilcileri ve uluslararası danışman Larry Taman da katılarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun ve Yüksek Mahkemelerin yapılarıyla ilgili uluslararası düzenlemeler ve uygulamalar başta olmak üzere, küresel bağlamda yargı reformu ile ilgili deneyimlerini aktardılar”.

Fetih Sayın diyor ki, “Görüldüğü gibi bütün çalışmalar Adalet Bakanlığı’nın, bir başka anlatımla yürütme erkinin yönlendirmesi doğrultusunda sürdürülmüş, yargı erki kendisiyle ilgili olarak yapılacak önemli düzenlemelerin hazırlığında dışarıda tutulmuştur.”

Konuya devam edeceğiz...

Arslan Bulut
Yenicag Gazetesi

..TÜMÜZE LİBERAL YAZARLARI SOKUYORLAR

Amerikan ajanlarıyla ortaklaşa düzenledikleri Ergenekon iftiraları ve anayasa düzenlemelerine hayır! Bilim adamları ‘hafıza aşısını’ hemen bulmalı.. Türkiye’de henüz ‘milli, yerel’ bir darbe olmamıştır, 60 ihtilalinden 28 Şubat’a ve bugün Ergenekon darbesine kadar hepsinin arkasında ABD olduğunu hala bilmeyen mi var! Bugünlerin kabarmış suları çekildiğinde hepiniz acaip deniz yaratıklarının leşlerini İçişleri ve Adalet Bakanlığı koridorlarında göreceksiniz, inşallah iş işten geçmiş olmaz..

Amerika’nın sessiz savaşsız istila ve işgaline Hayır!

Dünya tarihinin ilk boynuzlu anayasası, Anadolu halkını Amerika’yla aldatıyor.

Kendileri cemaatleri partileri holdingleri Amerikan vesayetine zaten girmişler, şimdi bizleri hepimizi de Amerikan Vesayeti’ altına almaya çalışıyorlar..

Kenan Evren-Özal döneminde tüm dünya tarihinde sadece ülkemizde birkaç yıl içinde fabrikasız üretimsiz üç-beş milyar dolar kazanmayı beceren cemaatlerin holdinglerin yazarlarına demokrasi şovlarına Hayır!

12 Eylül yargılanacakmış Kenan Paşa sembolik de olsa mahkemeye çıkartılacakmış, pöhh, 12 Eylül yargılanacaksa, Evren-Özal’ın açtığı kapılardan kimler cemaatleri tarikatları polis okullarına soktu, kimler bir yılda üç-beş milyar dolar sahibi oldu, bunlar yargılansın…Yani cemaatlerin hem siyasi hem parasal kökleri yargılansın…

Cemaat tarikat vesayetine Hayır!

Hukuksuz belgesiz tutuklamalara infazlara HAYIR!

Her sabah asansör aynasında kaşımızı gözümüzü düzeltirken bu aynanın içinde gizli kamera var mı korkularına Hayır!

Otuz kırk yıllık arkadaşlarına dahi telefonda ‘telefonda olmaz kahveye gel de konuşalım’ endişelerine Hayır!

Bu ‘Amerikan Vesayeti’ anayasasının derisinden yeni bir toplum şu kopya koyun Dolly çiftliği tasarlanıyor, şimdiden başardılar bile, milyonlarca Bülenç Arınç, milyonlarca Tayyip çoktan üretildi, yüzbinlerce Hüseyin Çelik ve onbinlerce Kibariye de promosyon..

Sahtekarca ucuz şovlara siyasi tezgahlara Hayır!

SAHTEKARCA ASKER SİVİL ÇATIŞMASI DİYORLAR
Amerika’dan Adalet Bakanlığı’na bir telefon, kafi, istediklerini içeri al istediklerini tutukla.. Adına sahtekarca asker-sivil çatışması diyorlar, başından beri yalan, Torumtay Paşa niçin istifa etti, Amerikalı ajanın makamına gelip savaşa girmelisin dediği için, o da, meclis var başbakan Özal var bir Genelkurmay başkanı bir ajanla savaşı niye konuşsun, dediği için, istifa etti.. O gün bugün Amerika Türkiye’ye tek telefonla ‘vesayeti’ altına almaya çalışıyor..

Amerika, Kenan Evren-Özal günlerinden bugüne polis emniyet savcı gazeteci yazar çalışmalarıyla Türkiye’yi savaşsız teslim alacak kadar İslamcı ve sağ siyasetleri kullandı..

Sayelerinde gelmiş geçmiş dünya tarihlerinde ilk defa bir ülkenin ordusuyla emniyeti açıktan sert bir iç savaşın içine sokuldu..

Balkanlar Kafkasya Orta-Doğu’da eşine rastlanmayan büyüklükte ve berekette Harran Ovası’nda Toros Yaylaları’nda Karadeniz Yaylalarında iki inek yetiştirmeyi beceremeyen adamlar maşallah ekranlarda yüzlerce sığır yetiştirdi.. Irak işgalini bu sığırlar alkışladı. Amerikan ordusuna bu Teksas sığırları övücü destek yazıları yazdılar..

İftiralar, yalanlar, tezgahlar ve galeyancı medyasıyla Malazgirt savaşından Kurtuluş Savaşına bugünlere kadar Türk Ordusu ilk defa içerden işbirlikçileriyle bu kadar ağır bir saldırının hedefi haline getirildi..

….TÜMÜZE LİBERAL YAZARLARI SOKUYORLAR
Sevgili halkım, yazarları subayları hepsi içerde, dışarıda birkaç kişi kaldı, artık sıra sizde, köy köy kasaba kasaba toplayacaklar, ‘evet’ diyenler asla abartmıyorum kızlarını ‘bisiklete’ dahi bindiremeyecek..

İran gezimde gece bir Azeri şoförün taksisindeyiz, ‘mollalarla aranız nasıl’ dedim, Azeri şoför az Türkçesiyle ‘…tümüze ağaç sokurlar’ dedi, Türkiye’den arkadaşım gülmekten kırıldı, ‘niye gülüyorsun’ dedim, bunlar bizden daha şanslı, bizimkiler ‘…tümüze liberal yazarları sokuyor’ dedim..

Anadolu’nun bir çocuğu olarak buğdayı dahi ithal eden et’i dahi ithal eden bir ülkede yaşamaktan utandığım için, anayasaya Hayır!

Amerikan Vesayeti anayasasına hayır, çünkü sabah kalktığımda devlet çöplüğünde eşelenen liberal yazarlar görmekten bıktım..

Amerikan Vesayeti anayasasına hayır, çünkü işbirlikçi iktidar, gözüne bakamadığı insanların gözlerini oyuyor, kederini duymadıkları hayatın kaderiyle oynuyorlar..

İktidar oldukları sekiz yıldan beri, nerde sıradan bir konuşma yapsak, ‘yeni bir film geldi gitsek mi?’ diye lafa girsek, ‘ama halk, milli irade bizim arkamızda’ diye cevap veriyorlar.. ‘Gazeteler yazıyor güneşte patlamalar var’, cevap: ‘milli irade bizim arkamızda, halk bizden yana..’. Şu haber spikerine ne oldu artık ekrana çıkmıyor, cevap: ‘Milli irade arkamızda, halk bizi destekliyor..’.. Türkiye Dünya Kupası’na katılsa ne iyi olurdu, cevap: Milli irade arkamızda halk bizi destekliyor..’

OTURUP AĞLAYACAK YERİNİZ OLMAYACAK
Bunun anlamı şu, potansiyel Kuddusi Okkır’lar için artık merhamet şefkat insanlık hukuk hiç yok, çünkü halk evet’le arkalarında.. Bugünün şartlarında dahi işgal kuvvetleri gibi gördüğünü içeri tıkanlar, yarın ‘evet’ dendiğinde, oturup ağlayacak yeriniz dahi olmayacak..

Allah göstermesin sandıktan ‘evet’ dendiğinde Kibariye önde liberal yazarlar arkada önce bir ‘roman havası’ sonra birlikte Fatih Camii’nde hatim indirme, peşinden Süleyman Çelebi’den mevlüt ve hepsinin göğsüne iftihar onur ödülü Amerikan çapraz şeriti törenle takılır.

Ah Kara Afrika’nın, efendilerinin (Fransızca İngilizce) diliyle isyancı şiirler yazan kahraman çocukları, hepsi ‘sömürgeleşti’, çünkü isyanları milli ama dilleri Fransızdı..

Efendileri Amerika’nın büyük acısı, eski Nato, Soğuk Savaş günlerinde yetiştirdikleri faşist generalleri bulamıyorlar.. Bu faşist generalleri yetiştirenler bu faşist darbeleri yapanlar şimdi elçiliklerindeki can sıkıcı partilere faşist generaller koşarak gelip neden ‘tekmil’ vermiyorlar diye, işte Türkiye’nin hukukundan siyasetine altına üstüne bu yüzden getirdiler.

EN BÜYÜK ANAYASA GÜVENDİR
En büyük anayasa ‘güven’dir, bu toprağın her insanını birbiriyle savaştırmak için her iftirayı sahtekarlığı deneyenler, şimdi bize ‘göklerden’ yeni bir anayasa indirmiş gibi, 60 İhtilallerinde oynanan üçüncü dünya oyunlarını yeniden tezgahlıyorlar..

Afrika’da Latin Amerika’da dahi artık zırnık kalmadı bu ‘bizim adamlar, bizim İslamcılar, bizim çavuşlar..’ ilişkisi, yaşasın Türkiye Medyası, üçüncü dünyadan da, karanlık dünyalardan da daha karambolde şimdi tapunu haritanı anayasanı işbirlikçilerin emirleriyle hizaya sokuyorsun..

Referandum sonrası Hayır çıkarsa, o işbirlikçiler sadece ajanlarıyla kumar masasına yatırdıkları parayı tezgahı kaybederler, ‘evet’ çıkarsa bizler ülkemizi kaybedeceğiz!

Artık ne olacaksa olsun deyip her şeye karar verip kendini gecenin karanlık sokağına atan ucuz kadınlar gibi işte yandaş yazarlar ekranlarınızda namus onur haysiyet hukuk bilmeden demeden Türkiye’yi sizden istiyorlar.. Öttürdükleri işbirlikçi borazının adına ‘özgürlük’ demişler..

Ağır bir yenilgiden sonra bu yandaş güruhun normal sivil bir hayata adım atabilmeleri, rehabilite edilebilmeleri için, belki ufuktaki başka bir seçime kadar Abant kampında ‘karantinaya’ alınmaları gerekir, köpekler zihin yorgunluğu çekmez, Pitbull’ların boynundan birkaç gün tasmalarını çözüp ormana salıverilmeliler.. Yağlı baharatlı konuşmaları tabaklarından alınmalı, ancak, morallerini düzeltmek için maaşları yeniden artırılmalı..

SURATLARINA BAKIN
Tayyip Erdoğan’ın, ekranlardaki bu insanların, sadece suratlarına bakın, Türkiye halkının sırtından yediği kirli bıçağı görün.. Allah’ın huzuruna Amerikan vesayeti olmadan tek başına nasıl çıkabilecekler, yoksa haşa Allah’ı da tezgaha getirecek bir evanjelist ortaklık cemaatlerce çoktan ayarlandı mı? Atatürk de tutmadı, Ergenekon’un bir numarası sonunda (haşa) Hazreti Ali yoksa Peygamberimiz mi çıkacak?

Absürd Tiyatro’nun meşhur yazarı İonescu’nun Kel Şarkıcısını hatırlayın, baba şöyle der: Kızım Kel Ama Şarkı Söylemeyi Biliyor.. Dispanserlere tımarhanelere kapatılacak adamları ‘ekranlarda salıvermişler, Tüsiad’ından AB temsilcilerine kadar hepsi zır cahil, vicdansız, hukuk tanımaz, ama hepsi bağıra çağıra sekiz yıldır özgürlük şarkıları söylüyor…

Kardeşlerim, gerçek anayasalar tek cümleyi ifade eder, ‘bu topraklar üzerinde yaşayan herkes hukuk karşısında eşittir’, bu kadar. Gerisi, yüzlerce madde, yüzlerce trafik işareti gibi, birbirine dolanmış labirent gibi alt fıkralar hepsi tezgahtır..

O yüzlerce girift madde cümle; hukuk karşısında herkes eşittir hakkını, birilerine devretmenin hükmen satmanın gizli yollarını düzenler..

Kardeşlerim, bu insanlar ülke bilmez özgürlük bilmez, vatan bilmez, hukuk bilmez, vicdan bilmez, merhamet tanımaz.. Bunlar yeni icad oldu.. Sadece bizler değil tüm coğrafyalar bu yeni tür faşist liberallerin gaddarlığıyla kavruluyor, satılıyor. Fikri düşünceyi bozdular, insanlığın duygularıyla oynadılar..

Uzaydan yeni gelmiş başka tür mahluk bunlar..

HEDGE FONLAR GİBİ
Bir isim uyduramadım, Hedge’le, Hergele, olmuyor, faşist liberal lafını ben uydurmuştum içime sinmedi, başka bir ‘biçim’ var karşımızda. Ülkemiz kendilerine ‘liberal’ sıfatını yakıştıran ancak klasik liberal, muhafazakar, milliyetçi, solcu, vb. gibi geleneksel bir sınıflamayla anlayamayacağımız yeni tür bir ‘yazarlıkla’ karşı karşıya.. Çok düşündüm, bu adamlar kimdir yazı türleri felsefeleri nedir, buldum sonunda: bu yazarlar tıpkı Hedge Fonlar gibi hareket ediyor. Hedge Fonlar kapitalist piyasalarda nasıl bir rol oynuyorsa, faşist liberal yazarlar da medyada aynı metodlarla hareket ediyor..

Yüzleri kızarmıyor, fikir namusu taşımıyorlar, dün dediklerini unutuyorlar, günbegün hızla değişiyorlar, vicdan’la ilişkileri sıfır, gibi, bu yeni tür yazarları anlamak için yüzlerce şaşkın soru sorup duruyoruz.

Bu yeni ‘yazar’ türünün tarihte eşi benzeri yok. Bir borsa deyimi ‘pozisyon’ yazarları da diyebilirdim, duruma göre, yazdıkları yere göre tavır almalarından, ‘pozisyon’ kelimesi de kesmedi.

Hedge fonlarının şöhretini insan evladı on yıl kadar önce Uzak-Doğu borsalarını bir gece alt üst edip piyasadan birden çekilmeleriyle tanıdı. Hedge Fonları asıl şöhretlerini son ekonomik krizde yaptı..

Nedir Hedge Fonları.. Aşırı risk alındığı için Hedge kelimesi yakıştırılmış.. 70’li yıllarda tanınmaya başladılar ama asıl güçlerini 80’lerden sonra oluşturmaya başlayıp 90’lı yıllarda dünya ekonomisinin nerdeyse yutacak kadar büyüdüler..

Hedge, aşırı riskten geliyor ama bu kelime fonun karakterini tam anlatmıyor, Türkçe’ye en yakın çeviri ‘atak fonlar’ ya da ‘serseri fonlar’ şeklinde olabilir. En önemli özellikleri ‘denetimden’ uzak oluşları, ‘yasal kontrolleri’nin zorluğu.. Hedge fonlarına ‘müsamahalı fonlar’ da diyebiliriz, ya da ‘şımartılmış, kayırılmış fonlar’ da, borsaları ve hükümetleri sahte muhasebe kayıtları düzenleyip kandırdıkları için borsalar için ‘tuzak’ ve özelleştirip kapacakları şirketlerin altına sahte rakamlarla ‘mayın döşedikleri’ için ‘kapitalizmin gerilla fonları’ da diyebiliriz.

Aslında sistemin çürüklerini pisliklerini açıklarını yanlışlarını emdikleri için ‘müsamaha’ görmüş şımartılmışlar, bu yüzden ‘torpilli fonlar’ da diyebiliriz.

Şöyle mi anlatsak, hepimiz ekonomi dersi aldık, bir insan piyasada ne tür yatırımlar yapabilir ne tür girişimde bulunabilir?

Mesela, borsadan hisse senedi ya da devlet tahvilleri alabilirsiniz, ya da paranızı bankaya faize, dövize yatırabilirsiniz, ya da bir işletme fabrika kurabilirsiniz, ya da bankaya ipotek gösterip kredi alabilirsiniz, tüm bu işlemler ‘yasalarla’ düzenlenmiş bugüne kadar herkesin bilip yapageldiği ekonomik işlemler.. Yani hem geleneksel ticari faaliyetler hem de yasalarca didik didik kontrol edilip denetim altına alınmış yasal faaliyetlerdir.

Hedge Fonları, çok farklı.. Bir gün kapitalizmin canı fazladan dışarıdan ‘sıcak para’ çekti ve kapitalizm piyasalara hareket getirecek gerilla kapitalistleri davet etti, şöyle:

Birçok insan para koyarak büyük bir fon oluşturuyor ve bu fon’un yönetimini bir CEO’ya (başkan, genel müdüre) devredip ve ayrıca kar’dan yöneticiye büyük oranda pay veriyorlar.

Bu fon yönetimi, piyasada, ciddi ve güvenilir bankaların, sigorta şirketlerinin, yatırımcıların göze almaya korktuğu ‘riskli’ alanlarda ‘işler çevirmeye’ başlıyor.. Riskler öyle büyüyor ki, şüpheli çürük krediler alınıp satılıyor, tahminlerle on yıl sonrasının gelirleri bugünden alınıp satılıyor, ya da ülkeler arasındaki faiz vergi farklarını sıkıca istatistiklerle inceleyip parayı taşıyıp, girip çıkıp çevirip, durmaksızın kazanabilirler.

Adına ‘gözükara’ fonlar da diyebiliriz. Hedge fon yöneticileri ekonominin kabadayısı haline getiren en önemli birkaç şey, bir, hesap verecekleri yer yok denecek kadar az, iki, dünyada ekonomik verilerin hesaplanması istatistikleri matematik gibi çalışmaların yükselmesi yani ellerine şirketlere ve ülkelere dair çok fazla grafiklerin geçmesi, üç, sıkışmış ekonomiler ne olur sıcak para yatırım gelsin diye intihar çığlıklarıyla bilmeden davetiye çıkartıyor..

Mesela, Amerika, vatandaş konut edinsin diye düşük faizlerle kredi imkanı tanıdı, bu kredilerin sigortası zayıftı, Hedge Fon’lar bu gittikçe çürüyen zayıf kredileri toplamaya başladı ve günü geldiğinde bu düşük kredileri ‘paraya’ çeviremedi, bunun adına Balon Patladı diyorlar. Her şeye rağmen Amerika’nın en ünlü Hedge Fonları’nın ‘muhasebe kayıtları’ normal görünüyordu ama olmayan şey ‘para’ydı, çünkü çürük kredileri nakite çeviremeyecek kadar sigortadan gerçeklikten yoksundular. Yani, sistem tıkır tıkır çalışıyor, muhasebe, bilançolar her şey gözboyayan bir büyüme ve güzellik içinde, ancak, kayıtlardaki ‘varlıklar’ paraya dönüşebilir gerçek varlıklar değil..

Sonunda ‘serbest piyasaya’ tapınan kapitalizm tarihinde ilk kez bir sosyalist uygulama olarak suçlanan Devlet Desteği’ni devreye soktu ve çökmekte çürümekte olan bu büyük Hedge Fonlar’a trilyon dolarlar akıtmaya başladı..

Yani, emekliler’e işsizler’e yoksullar’a dahi en düşük ‘sigorta’ ödemesini ‘devlet karışmamalı’ diye tarih boyu karşı çıkanlar, batmakta olan büyük finansal kuruluşlar olunca harekete geçiyor.. Halkın vergileriyle oluşmuş trilyon dolarları bu büyük fonları kurtarmak için devreye sokuyor..

Çünkü zaman içinde ciddi bankalar, sigorta şirketleri, saygın tedbirli yatırımcılar da Hedge Fonların serbest dalışlarının cazibesine kapılmış, ya bu fonlar’a ortak olmuş, ya da bu fonların çürük kredilerine göz yumup nice karşılıklı borç alacak ilişkisine girişmiş..

Velhasıl çökmekte olan Hedge Fonlar’a trilyon dolar desteği verilmezse aklı başında en sağlam görünen bankalar, sigortalar şirketleri, borsa, her şey kağıttan kuleler gibi çöktü çöküyor korkusu, kapitalizmin sonunu getirdi…

Geriye dönüp baktıklarında bu Hedge Fonları kim görmezden geldi, kim yasaları sıkı sıkıya sağlamlaştırmadı, kim bu fonların muhasebe kayıtlarını gözlerden kaçırdı, kimler bu fonları ‘şişirdi’, hangi ciddi merkez bankası başkanları bu fonlar’ın ciddi piyasalarda at koşturmasına sesini çıkarmayıp gizlice el altından destekledi..

Suçlu bulundu, ekonominin sıcak paraya ihtiyacı vardı, piyasaların hareketi canlılığı için elinde nakit olanların atak hareketleri ‘kan dolaşımı’ gibi heyecan vericiydi, ama bu kan gerçek bir ‘kan’ değildi..

Hedge Fonlar için şunu bilelim, vicdan ahlak ülke insanlık hak hukuk asla tanımayan, mutlak kar Tanrı’dır deyip kazanmak için her yolu deneyen bu son otuz yılın canavarlarıdır..

Borsaları yağmalayan, ülkeleri batıran, madenleri şirketleri ucuza kapatan, halkın vergileriyle oluşan hazineleri sülük gibi emip yoksul coğrafyaları infilak ettiren bunlardır.

YEPYENİ YAZAR TÜRÜ
Halen ‘heron’ uçakları gibi tepemizde, madenleri dağları dereleri kapılacak satılacak yağmalanacak ‘av’ peşindeler..

Ve gelmiş geçmiş tarihin en pervasız bu şirketlerine Amazon Ormanları’nın yerlileri karşı koyamadı, Orta Amerika, Latin Amerika, Orta Afrika Uzak Doğu, kimse karşı koyamadı..

Ve ülkemizde oyulmadık dağ ele geçirilmedik nehir bırakmadılar. Yüzlerce üniversite sessiz, okumuşlar sessiz, siyaset sessiz, medya sessiz, kim direniyor, üç tane köylü kadını, tığ işi yün yelek ve basma entarilerle bu dev şirketlerin önüne geçecekmiş..

Okuduğunuz bu kısa tarihçe aynı zamanda faşist liberal yazarların da karakteridir. Yanlış anlamayın bu yazarların Soros gibi Hedge Fon sahipleri tarafından desteklendiği gibi bir şey asla söylemiyorum. Tabii ki destekleniyorlar tamamen ayrı şey.

Ben, ekonomideki bu fonların karakteristiğinin paralel bir evrende yani siyasette aynı tür’den aynı yolları deneyen ve aynı metodlarla çalışan yepyeni bir yazar türünü ortaya çıkarttığını iddia ediyorum..

Faşist liberal yazarların tarih, felsefe, aktüalite, ideoloji, fikir, güncel olaylar karşısındaki ‘tavırlarının’ kökenini yapısını mı merak ediyorsunuz, buyurun, Hedge Fon’un ne olduğunu iyice öğrenin..

Siyaset dünyamızın Hedge Yazarları, tıpkı Hedge Fonları gibi, vurdumduymaz, vicdansız, atak, yüzü kızarmaz, şımartılmış, müsamaha edilmiş, yasalarla kontrol edilmeyen, gerilla taktikleri izleyen, yeni tür yazarlar olduğu iddiasındayım.

Sabahtan akşama değişen, dün yaptığını bugün unutan, ahlak vatan ülke insanlık hak hukuk demeden her yere her şekilde ‘sırf’ karlı çıkmak için vurmayı ‘liberalizm’ sanan bu yazarların, bu son otuz yılda tarihte ilk defa ortaya çıktıklarını anlatmaya çalışıyorum.

Son cümlem olsun, 19. yüzyıl yazarlarından insanlığın öğrendiği çok şey vardı, mesela ‘ölüm’ üzerine çok konuşurlardı, ‘vefa’ ‘şeref’ ‘haysiyet’ ‘insanlık’ ‘merhamet’ ‘kardeşlik’ üzerine zihinlerini çok yordular..

Bu yaratıklar, ölüm korkusu, kardeşlik, insanlık, merhamet üzerine tek satır yazma zahmetine girişemezler, çünkü durdukları yer büyük şirketlerin ‘piyasa ve siyaset’ pozisyonları gereğidir..

Bu ‘pozisyon’ onların savaş cephesidir..

Amerikan vesayetiyle oluşturulmuş İslamcı, sağcı, işbirlikçi, faşist liberal cephelerin tozunu attırmak için, Amerikan Vesayeti Anayasası’na HAYIR!

Nihat Genç
Odatv.com

6 Temmuz 2010 Salı

KURDÎ ZIMANİ MEYE

On yıllar boyunca bizleri ‘bölünme paranoyası’ taşıyorsunuz diye suçladılar, bizler de Yugoslavya örneğini boşuna gösterip durduk, artık bizlere ‘paranoya’ suçlaması yapan kalmadı, şimdi güle oynaya sabah akşam nasıl bölüneceğimizi tartışıyorlar.. AKP iktidarının zaafları ya da saflığı aşmış bir takım gizli dümenlerini fırsat bilip gün bugündür deyip yerde gökte gazetede TV’de dağda her yerde bas bas naralar atıyorlar.

Şeyh Said’e anma kutlama dahi yapıyorlar. Şeyh Said’in mahkeme ifadelerinde saf temiz bir Müslüman, ancak İngiliz ihanetine ortak olduğu aşikar bir isyancı.. Bu ülkeye ‘irtica asla gelmez boşuna paranoya sahibi olmayın diye güya bizimle dalgasını geçenler’ şimdi irticaya şenlik düzenliyor..

TÜRK ORDUSUNUN GÖLGESİ BİZE YETER
Cumhuriyet, yaralarının istismar edilip ihanete dönüştürüldüğü en dokunaklı günlerini yaşıyor..
Ne diyelim, bu topraklar Fransız İngiliz subayları gibi bağımsızlığını piyano başında kız kardeşleriyle milli marşlar okuyarak inşa etmedi, bu ülke bağımsızlığını köyüne bir daha dönmeyen askerleriyle inşa etti.. (Nasrallah’ın manevi babası, Lübnan Hizbullah’ının büyük lideri Fadallah öldü, Allah rahmet eylesin. Kalabalık bir aydın grubuyla yedi yıl önce kendisini ziyaret ettik, bize uzun uzadıya felsefi siyasi bir değerlendirme sunmuştu, ortalık sakinleşirken sanki eksik kalmış bir cümleyi tamamlamak için bize doğru fısıldar gibi: ‘şu bizim İslamcılar’a söyleyin Türkiye’de orduyla iyi geçinsinler, Türk Ordusu’nun gölgesi bize yeter..’. demişti, kayıtlara geçsin..)

İlk gençlik yıllarımda ünlü Selçuklu tarihçilerini tanıma şansını yakaladım, Selçuklu’ya dair ne varsa okumaya başladım. Anladım ki bu toprakların bin yıllık hikayesini Selçuklu’nun kurumlarını bilmeden anlamamız mümkün değil, ordu, ahilik, gazilik, tekkeler, tasavvuf, şehirleri, sarayı…

IRKÇILIK RÜYALARIMIZI BOZDU
Horasan Erenleri Anadolu’ya yürürken dünya tasavvurumuz, rüyalarımız kardeşti, yüzyıl önce batıdan bulaşıcı ‘milliyetçi, ırkçı’ fırtınalar rüyalarımızı bozdu. Anadolu’nun köklerine o büyük kardeşlik kurumlarına yeniden inmek zorundayız.. “Bir orman gibi kardeşçesine” diyebilmek için ormandan tek bir ağacın dahi kesilmemesi rüyamız olmalı.. ‘Dil ve ırk’ kimliğine sığınan yeni bir insan türü bu çağda ortaya çıktı, dilimiz durmaksızın Mevlana Hacıbektaş isimlerini zikrediyorsa, kollarımızı daha geniş açmak zorundayız..

Yaz aylarını fırsat bilip ‘dil’ konusundaki görüşlerimi aradan çıkartayım.

Tarihi sorumluluklarımızı yerine getirmezsek araya şeytanlar girer, yaşadığımız toprakların kültürüne yabancı bir müfredat başımıza ciddi işler açmaya çoktan başladı. Hayyam, Sadi, Hafız, Cami gibi aradan geçen onlarca asra rağmen şöhretleri hiç azalmamış topraklarımızın en büyük İran topraklarının şairlerini, yetişmekte olan nesiller tanımıyor. Nerden başlasam? Bugün İran toprağında farklı ağız lehçe ve dil farklılıklarını apayrı bir ‘ulus’ diye düşündüğümüz takdirde İran’ın otuz parçaya ayrılması gerekir, güneyi Arap ağırlıklı kuzeyi Türk ağırlıklı batısı Kürt ağırlıklı ve nice araya sıkışmış dil grupları. Bugün Kürtçe biliyorum diyenler pekala eski İran hakimiyetinde yaşamış Tacikler ve Afgan savaşı sebebiyle herkesin çok yakın tanıdığı Peştunlar’ın dilini gayet iyi anlayabilir, ki bu bin km’lik ovaları dağları yaylalarıyla bir sınır bölgesidir.

KÜRTÇE’DEN FARSÇA’YI ÇIKARIN ÖLÜR
Arkaik Mezopotamya kültürleriyle haşir neşir olanlar Kürtçe diye bir dil’in varlığından söz eder, ancak bu dil’i canlandıran Selçuklu hakimiyetiyle Farsça’dır, bugün Kürtçe’den Farsça etkilerini çıkartın geriye ölü bir dil kalır.. Fransızlar büyük ihtilalden itibaren ‘lise’ tabir ettiğimiz okullarda bir yüzyıl ‘dil birliği’ için müfredat hazırlamasına rağmen TV ve radyonun icadına kadar sadece okulla başarı sağlayamadılar, dil birliği sıkıntısı 80’li yıllara kadar devam etmekteydi. Radyo ve TV dünyada çok şeyi değiştirdi, ulusal dil’leri güçlendirdi. Aktütün Karakolu baskını sonrası Uğur Dündar’ın programına çıkan küçük yayla kızını hatırlayın, nerdeyse Uğur Dündar’dan daha temiz bir Türkçe’yle Türkiye’ye konuştu. Oysa hatırlıyorum, 80 öncesi Diyarbakır’a gittiğimizde ‘hela nerede’ dediğimizde dahi helayı bulamıyorduk, bugün artık Türkçe anadil.. Oysa Urfa Diyarbakır bin yıl öncesinden beri hem Türkçe hem Kürtçe türkülerini bozmadan bugüne kadar yan yana getirdi.. Bugün en ciddi bilim adamları dahi hangi aşiretlerin Kürt hangi aşiretlerin Türk soyundan geldiğini tam bir çözülmez bulmaca olarak görür. Doğrusu, bu topraklar baskın olarak Farsça’yı kullandı ama Selçuklu orduları hem Farsça hem de Türkçe’yi konuşuyordu, ancak kayırılan baş tacı edilen şüphesiz Farsça’ydı.

DİL BÖLÜCÜ UNSUR
Günümüzdeki etnik savaşların hangisine giderseniz ‘dil’in çok belirleyici bölücü bir unsur olduğunu görürsünüz, Nijerya’nın bağımsızlığı günlerinde dört-beş etnik dilden söz ediliyordu, bugün kimse işin içinden çıkamıyor çünkü otuzun üstünde kendilerine ‘ulus’ diyecek etnik dil ortada, örnekleri çoğaltmak mümkün. Yunanistan kilisenin öncülüğünde ve arkasına Avrupa’ya alıp Osmanlı’dan bağımsızlığını kazandığında konuştukları dil içinde biraz daha fazla kendi dilleri olan ama Osmanlıca’ydı, çünkü halk bu dili konuşuyordu, 1967 Cuntasına kadar bu halka zorla bir başka dil dayatıldı, konuşulmayan yaşanmayan ama kitaplarda yaşayan bir dil, Sokrates’in Aristo’nun dili.. Bir ‘ulus’un inşası için ikibin yıl ortalıkta sokakta evde konuşulmayan bir ‘kitabi’ dil yeniden icad edildi. Tarihin derinliklerinden tapınaklardan mezar taşlarından ve kitap’lardan bir dil yeryüzüne indiriliyor ve halka zorla kabul ettiriliyor. İşte bu ‘ulus’ inşasında dünyanın çok bölgesinde mutlaka ilk elden uygulanması gereken bir yol’du.. Bugün Kürtçe’yi ana dilmiş gibi kabul ettirmek isteyenler türbelerde mezar taşlarında çok çok arayışlarına rağmen ‘yazılı’ kaynak bulmakta zorlanıyor, zorlanır çünkü ‘kaynak’ların kitabelerin yazıtların mezar taşlarının dili Farsça..

Federasyon tartışmalarında çokça örneği verilen Belçika tuhaf bir ülke, l. Dünya savaşında Almanya yenilince Zaire’yi (bugünkü adı Kongo) Belçika’ya sömürge diye verirler, uydurulmuş bir ülke. Bu tampon ülkelere yüzyılımızda çok şahit olacağız, yolu dahi olmayan sadece ‘hamisi’nin vesayeti ve yüreklendirmesiyle oluşmuş bir çok devletcik, Ermenistan buna dahildir, Barzani’nin federasyonu da.. Bir büyük devlet’in garantörlüğüyle varlıklarını inşa etmişler..

ASIL OLAN BAĞIMSIZLIK
Oysa ‘devletler’ için aslolan ‘bağımsızlığını’ kendi imkanlarıyla tüm dünyaya kabul ettirmiş olmalarıdır. Değilse, onun bunun kuklası uydurması birçok irili ufaklı devlet varolma kararlarını kendi gücüyle veremez büyük dünya devletlerinin stratejik dümenlerine boyun eğer. Yani ‘bağımsız’ olamayan hiçbir şey olamaz. Sovyet Rusya macerası buna en güzel örnektir, her dile ayrı bir ‘ulus’ ayrı bir ‘halk’ muamelesi bugün Kafkasya’da ve Balkanlar’da içinden çıkılmaz bir ‘etnik cehennem’ ortaya çıkartmıştır.

Asıl sorunlu olan yüzyıl önce Gökalp’lerin Fransız İhtilali rüzgarıyla yaptığı millet tarifleridir, din, dil, ortak heyecanlar gibi izah edildi.. Oysa bir topluluğu ‘millet’ yapan şey dil din ırk birliğinden daha önemlisi, ortak düşmana, emperyalist ya da yabancı tahakkümüne karşı verdiği ortak bağımsız kavgasıdır. En doğru tanım budur, Kurtuluş Savaşımız bunun en güzel örneğidir. Ve yabancı tahakkümüne karşı bu toprakların bin yıl aralıksız omuz omuza kavgası işte tarihin destanı ortadadır, Moğollar’a, Haçlılar’a, Mısır’daki Memluk Devleti’nin uzantılarına, son iki yüzyılda Ruslar’a ve İngilizler’i karşı sürekli ve bitmeyen bir ‘bağımsızık’ direnişi Anadolu’yu artık tek ruh tek beden yapan en kutsal karakteri olmuştur.

Bir ülkeyi ulusu vareden dil din gelenekler değil ‘bağımsızlık’ kavgasıdır, bağımsızlığı için kim mücadele vermişse ‘dilini’ belirleyen de onlar olmuştur. Tarihi olgular da bizi şaşırtmaz, bağımsızlık savaşına katılmış askerlerin dili o ülkenin ‘dili’ olmuştur.. Diyelim Osmanlı Arapça, Farsça ve Türkçe ve hatta Ermeni ve Rumca kelimeleri barındırıyordu, Türkçe’nin kabul görmesi mümkün değildi, şahsi kanaatim Türkçe’nin ayak sesleri, Osmanlı’nın orta Anadolu’dan asker toplamasıyla başlar ama bu dilin resmi dil olması altı asır sonraya bir büyük bağımsızlığına kalır.. Şöyle düşünün, İzmir’e Yunan girdiğinde ülkesini düşmandan korumak için kim silaha sarılmışsa onların dili öne çıkıyor, kim İngiliz’le işbirliği yapmışsa gözden düşüyor, yani hakimiyeti kurup bağımsızlık savaşı verenlerin dili öne çıkıyor, misakı milli sınırları nedir sorusunu böyle cevaplayabilirsiniz, nereden asker alıyorsanız orası misaki millidir..

NEDİR BURASI DEVLET Mİ
En güzel örnek Belçika. Tabii ki Fransızca’nın bir dünya dili olarak ağırlığı var, bu dili Valonlar kullanıyor ve ‘seçkin’ ‘elitist’ bir azınlık olarak suçlanıyorlar, bir de Flamanlar var, yani Felemenkçe Hollonda’nın dili.. Sağcı hristiyan partilerin zorlamasıyla tuhaf federalist çözümler ve bugün tam anlamıyla dil yüzünden ülkeyi tam ortadan ayıran bir ayrımcılığa kadar giden bir siyasete nerdeyse tapıyorlar.. Dikkat edin kendi bağımsızlıklarını kendilerini kazanmamış. Bağışlanmış bir ülkenin dili, birliği tabii ki sorunlu olur ve bugünkü içinden çıkılmaz ayrımcı partilere kadar uzanır..Oysa Anadolu’ya bağımsızlığı kimse bağışlamadı.. Kararı verecek olan bu toprakların iradesidir ve öyle de olmuştur.. Thatcher Belçika’yı ziyaret ettiğinde bir kasaba belediyesinin Valon diğerinin Felemenkçe konuştuğunu görür ve hayretini gizleyemez, ‘nedir bu Allahaşkına, burası devlet mi?’ İran’a gittiğimde adını vermeyeyim ünlü bir rektör durduk yere Tunceli’den bahse girişti, hayrola demeden, Pers İmparatorluğu’nun hakimiyet sahasında bıraktığı izlerle çok fazla düşüp kalktıklarını dile getirdi, Farsça’nın kökenleriyle ilgili.. Asıl derine indikleri ve kutsadıkları coğrafya Hindistan tarafındaydı.. Sert bir mezhep ideolojisiyle devlet inşasına girişmiş İranlılar’ın ‘dilleri’ üzerinde olağanüstü ‘milli’ arayışları beni çok düşündürdü, oysa ‘din mezhep’ kardeşliği ‘dilden’ daha önde olmalıydı, İslamcı teori buydu.

Tunceli civarında eski Zerdüşt dininden kalma yani Zerdüştlüğün dini kitaplarından Avesta’nın dilinden çokca kelimeler vardı, Araplar İran’a girmeden binlerce yıl önce.. Birgün Ankara’da bir Sahaf’ta oturuyorum, otuz yaşlarında kara bir çocuk girdi, ‘ağbi siz de Avesta var mı’ dedi, ‘yok’ dedim ama merak ettim, niçin arıyorsun, ‘arkadaşlarla şimdi dernekte kavga ettik, senin konuştuğun dil Kürtçe değil ortalığı karıştırma deyip beni bir dövmedikleri kaldı..’

ANLAŞILACAK KADAR YAKIN
Evet, Avesta’nın Zazacayla akrabalığı var, daha nice akrabalıklar var, en büyük tartışılmaz akrabalık bağı ise Farsça’yla Kürtçe arasında, henüz dilbilimciler hangisi kimden öncedir, kökeni nerededir, birbirlerinin şubesi midir diye bir sonuca varabilmiş değiller, ancak şüphesiz aynı dil ailesinden.. Selçuklu’yla birlikte bu iki dilin birbirine nerdeyse kaynaşma derecesine geldiği ise aşikar, yani birbirlerinin içine girdiği ve bizim için bugün çok önemli olan gerçek, anlaşacakları konuşacakları kadar yakınlaşması..

Gazneli Mahmut’un Firdevsi’ye Şehnameyi yazdırması ise çok yakın, bin yıl önce.. Araplar ve sonra Türkler İran topraklarına girmeden önce en eski kültürlerin izini sürerek masal ve hikayelerle bugünkü Farsça’nın en temel kaynağı altmış bin beyit civarında bir Türk sultan tarafından yazdırılır.( Bugün İran’daki rejim bir Türk sultan tarafından yazdırıldığı gerçeğini kabul etmez, gerçi bugünkü İranlı rejim İran topraklarının en büyük şairi Hayyam’ı da dindışı bulur) Söze şurdan girmeli, Selçuklu İmparatorluğu’nun resmi dili Farsça’ydı, bugün dahi İran’da Türkçe bilmeyen milyonlarca Türk, Türk olduklarını ama Farsça konuştuklarını söyler. Yani buradaki Türkler bugün Kürtçe biliyorum diyenlerle bizden daha iyi anlaşır. Farsça topraklarımızda ben diyeyim beş asır siz deyin yedi asır kullanıldı. Sarayda kullanıldı, pazarda kullanıldı, şairleri kullandı, tekkeler ve medreseler kullandı ve en önemlisi ordunun diliydi.

KÜRTÇE BAŞTACI
Yani ‘Kürtçe’ denilen dil dışlanmış yok sayılmış ‘mağdur’ bir dil asla değil, asırlarca baş tacı edilmiş pazarda sarayda orduda kullanılmış, bir tek akademisyenin çıkıp ‘kardeşim Farsça Selçuklu’nun resmi diliydi ve bu dil’le Selçuklu Tacikistan’dan Diyarbakır’a kadar haritada esnafından köylüsüne herkesle anlaşıp konuşabiliyordu, diyemiyor. Büyük Selçuklu İmparatorluğu hanedana kan bağı siyasi ortaklık oluşmasın diye büyük ordu komutanlarını Kürt beylerinden oluşturdu ve Kürtler Türkler aynı ordular içinde, diyelim Selahattin Eyyubi’yle bu sefer bir Kürt Sultan’ı emri altındaydı. Asırlarca bu kadar iç içe girmiş orduların hangi dille anlaştıklarını Selçuklu tarihi okuyan ya da Anadolu Erenler’in tasavvuf hayatıyla ilgili eserler okumuş herkes bilir, Farsça tercih edilen baş tacı edilen dildi, şüphesiz Türkçe de konuşuluyordu..

Urfa’da Diyarbakır’da bin yıl öncesinden Türkçe türküler aynı şekilde Kürtçe türkülerle birlikte birbirini yok etmeden bugüne kadar nasıl geldi sanıyorsunuz? İşin içinde bambaşka bir dünya görüşü vardı çünkü.. Horasan Erenleri ve dil din ırk ayrımı yapmadan herkesi aynı ‘can’ aynı ‘nefes’ kabul eden bir ilahi felsefenin ortak kültürünün çocukları, aynı tekkelerde, aynı semahta aynı bayramlarda iç içeydi, tasavvuf kültürü onları Allah’ın aşkıyla ‘kardeşlemişti’ ve dünya hepsi için ‘süfli’ yani aşağı bir yerdi, aslolan göklerdeki ötelerdeki kardeşlikti..

BAŞKA BİR ULUS FELSEFESİ
Sanırım son yüzyılda tasavvufun bu büyük ilahi şemsiyesi aradan çekildi ve insanları bir arada tutan bambaşka bir ‘ulus’ felsefesi zorunlu olarak devreye girdi.. Dil, ırk gibi şeyler yüzyılımızda büyük felaketler eşliğinde soykırım ve trajik hikayeleriyle önemi rol oynamaya başladı. Milliyetçilik batıdan gelen bir kavramdı, bu topraklar ‘vatanı sevmeyi’ yabancı tahakkümüne karşı durmayı bilir ve ‘ırk’ ‘dil’ gibi ayrımlarla düşman olmayı hiç tanımadı. İşte yeni yeni ‘etnik’ bir kavgayı Anadolu halkı ilk defa acılar içinde şaşkınlıkla kahrolarak yaşıyor. Başka bir medeniyet dairesine girmiştik ve batıdan aldığımız güzel şeylerin yanında insanlık için bulaşıcı hastalık gibi vahşi şeyler de vardı..

İran’da bir edebiyat profesörüne bir soru sordum. İranlılar otobüs otobüs kalkıp Mevlana’nın türbesini ziyarete geliyor. Ancak Şia rejimi nerden bakarsan ülkemizdeki ‘aleviliğin’ kökleriyle çok yakın, üstelik Pir Sutan gibi büyük ozanlarımız ‘açılın kapılar Şah’a gidelim’ diye kaç kez ayaklandı. Sizlerse hem Sünni hem de sultanlarla hiç sorun çıkarmamış Mevlana’yı ziyaret ediyorsunuz. Üstelik İran kültürünün gelmiş geçmiş en büyük düşmanı Moğollar’la bile Mevlana’nın ‘tarafsız’ kaldığı iddiaları vardır.. ‘Çok basit, dedi, Mesnevi Farsça’dır..’ Mevlana Farsça yazdığı için İranlılar’ın yoğun ziyaretine uğruyor, mezhep olarak size yakın insanlar, oniki imam, Ali, Kerbela, Caferi Sadık ortak değerleriniz olduğu halde, sırf ‘Türkçe’ konuştukları için ilginizi hiç çekmiyor.. Selçuklular’ın İran’da bin yıllık hakimiyetleri çeşitli hanedanlıklarla 1917’ye kadar sürdü.. Tüm İslam dünyasını hatta son ikiyüz yıldır batı dünyasını etkisini altına alan muhteşem şairler Farsça kullandı. Unutmayın edebiyatımızda onlarca asır Türkçe’yi aşağılamak modaydı, bugün elimizde Türkçe’nin asırlarca İranlı ve Osmanlı şairleri tarafından ne denli aşağılandığını beyit beyit anlatan koca kitaplar vardır.

TASAVVUF FARSÇAYDI
Bugün elimizde 11, 12, 13. yüzyılda yazılmış Türkçe divan ve bilimsel kitaplar bulmak zordur, tasavvufumuz büyük eserlerini Farsça kaleme alıyordu. Sebebi basit, şu ünlü Horasan Erenleri.. Moğol istilalarıyla Anadolu’ya İran’ın Horasan’ından gelen erenlerin evliyaların dili Farsça’ydı.. Bugün doğu bölgemizde çok güçlü sosyal rollerini sürdürmeye çalışan ‘şıhlık’ (şeyhlik) kurumunun arkasındaki medreseler tekkeler hepsi Farsça eğitim veriyordu.. Türkçe’nin ise Anadolu’da topraklarındaki bağımsızlığı ise çok yeni yüz yılı henüz doldurmadı. Cumhuriyet’i inşa edenler halk dilini yani Karacaoğlan’ı, Pir Sultanlar’ı, Nasreddin Hocalar’ın Yunus Emreler’in dilini ‘resmi’ dil olarak anayasasına kabul etti. Mesela, Kürtçe konuşan biri Osmanlı’nın muhteşem şairi Şeyh Galib’in mısralarını anlar, Türkçe bilen Şeyh Galib’i sözlüksüz okuyamaz, aynı şekilde bugün Kürtçe bilen ünlü edebiyat dergimiz Serveti Fünun’u anlar, okur, Türkçe bilen sözlüksüz anlayamaz.

Bir ‘dil’in yaşam alanı Ordusudur, Pazarıdır, Sarayıdır, Tekkeleridir, Edebiyatıdır.. Bütün bu alanlarda yüzyıllarca Türkçe’nin yüzüne bakılmamış, hatta aşağılanmış.. Ve kültürümüz bütün büyük eserlerini Farsça dile getirmiş, hangimiz sözlüğe bakmadan en büyük şairlerimiz Fuzuliler’i anlayabilir?

KÜRTÇE BU TOPRAKLARIN DİLİDİR
Ve bugün ülkemizde tuhaf bir ideolojik tartışma var, Kürtçe’yi ayrı, bambaşka, hiç tanımadığımız bilmediğimiz bir ‘halkın’ ‘özel’ diliymiş gibi anlatanlar var.. Kürtçe bu toprakların dilidir, bizim edebiyatımız tekkelerimiz tasavvufumuz onlarca asır bu dili kullandı, asırlarca medreselerinde okuttu, ‘baştacı’ edildi.. Utanılan, dışlanan, aşağılanan ise tam tersi Türkçe’ydi.. Selçuklu’nun sarayında edebiyatında pazarında ordusunda asırlarca kullanılmış bir dili bugün bize bambaşka ve üstelik aşağılanmış hor görülmüş inkar edilmiş bir ‘dil’ olarak ideolojik tezgahtan çıkma bir iddiada bulunuyorlar. Şüphesiz dünyadan tarihten bilimden habersiz genç militan çocuklar bu yalan yanlış saçma fikirlere kanabilir, ama gerçeği onlar da bir gün öğrenir. Kürtçülük denen ideoloji kendine bir ‘uluslaşma’ haritasını çizdi ve öncelikle dillerinin dışlandığı iddiasını propaganda etmeye başladı. Sonra Türkçe’yi halkın dili kabul eden Cumhuriyet’in kurucularını ‘elitist’ ilan etti.. Bir kelime ancak bu kadar ters yüz edilir, ‘elitist’ olan Osmanlı’nın aydınları şairleriydi. Kullandıkları bu yüksek Farsça Arapça kelimeler yüzünden halkla konuşamayan kendileriydi.. Bugün cemaatin gençleri Saidi Nursi’nin kitaplarını dahi sözlükle okur hatta bugün ekrandan vaaz veren Fethullah Gülen’in dilinde çok kelimeyi dahi sözlüğe bakıp anlamaya çalışırlar, ki, işte ‘elitist’ olan bu dildi. Ağır Farsça ve Arapça terkiplerle oluşmuş halk dışı bir dil.
Cumhuriyet tam tersine ‘halkçı’ bir girişimde bulundu ve köylerinde, yaylalarında, ovalarında türkülerle ozanlarla yaşanan dili tarihinde ilk defa devlet dairelerine ve şehre getirdi.
Bugünlerdeki içler acısı ırk, dil tartışmaları kimseyi korkutmasın, Anadolu’ya güveniniz sarsılmasın, bu toprakların bahçeleri solmaz yaprakları dökülmez, ancak Anadolu’nun kapılarını kırarak değil her yaylasına güle oynaya geçebilmek için batıdan transfer edilen ırk dil tartışmalarının tuzağına düşmemiz gerekir.

ATEŞ AKAN TARİHTEN GELİYORUZ
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran meclis saz meşk şarkı meclisi değildi. Ve artık hepimiz biliyoruz yayla çeşmelerinden hala ateş akan bir tarihten geliyoruz.. Dil birliğinden daha çok ihtiyacımız olan ‘gönül ruh’ birliğidir. Orta lise düzeyinde başka bir dile çok saçma dünyanın komik bulduğu çözümlere kapı açamayız, ancak tarihimizde asırlarca yaşamış ‘kültürler’e kapılar arayabiliriz..
İlk gençlik yıllarımdan beri orta ve lise düzeyinde niçin bu toprakların türkülerini çocuklarımıza öğretmeyiz, deyip dururum, pekala eski günlerdeki gibi bu toprakların türkülerini ders olarak okutabiliriz. Orta lise değil ama birçok üniversitesi pekala Kürtçe eğitim verebilir.. Ama mutlaka müfredatımız Hayyam’ı Sadi’yi, Hafız’ı Cami’yi ders programlarına çok ciddi ve kendi dilleriyle alıp okutmalı. Çocuklarımıza tarihin ilk gününden beri bağımsız yaşamışsak, bu, bu toprakların her nimetini ayrım gayrım demeden tadmamızdandır. Asırlar boyu kullandığımız dili ve o muhteşem şairleri bugün her çocuğun dalgaya aldığı mefailün saçmalıklarıyla değil bizatihi o şiirlerin kelimeleriyle öğretmeliyiz. Anadolu topraklarında asırlarca yaşamış dilleri sözlükle değil kendimizce manalarını bilecek kadar öğrenebilmeliyiz.. İdeolojik bir inatlaşma uğruna kendi kökenlerimizde asırlarca aşkları masalları tasavvufu bize anlatmış bu dile ‘uzak’ olamayız.. İdeolojilerin kanlı silahları bizi öldürebilir ama kardeş aşk tarihimizi unutturamaz. Anadolu’nun aşk ateşi sönmesin istiyorsak, Sadi’nin dediği gibi ateş üstünde baş başa vermiş iki odun gibi birlikte yanmalıyız.. Kayınbirader kayınbaba gibi bir daha kaynaşmak istiyorsak kayın ağacının dallarını yeniden bir araya getirmek zorundayız. Biz Yahudiler gibi bir kavmin çocukları değiliz. Bülbül ateşli çığlıklarıyla her bahçemizde başka başka ötüyor, bülbüle ‘dilini mi’ soruyoruz? Ne sevgililer ne aşklar yaşadık, şimdi mezartaşlarına kara selvilere çarpan rüzgarlara dinini mi soruyoruz?

HALKLAR KAFESE GİRMEZ
Leylekle bülbül aynı yuvada, şimdi hayvanat bahçesi gibi her bir kuşu Balkanlar Kafkasya örnekleri gibi ayrı bir demir kafes içine almaya, demokrasi mi diyoruz. Bugün Kürt Alevi aşiret soy dil Türkmen gibi etnik köken arayışlarına giren her bilim adamı çaresizlik içinde duvara tosluyor, çünkü birbirinin içine girmiş karmakarışık hale gelmiş bu yapıları çözmek mümkün değil.. İyi ki mümkün değil. O Horasan Erenleri öyle bir düğüm atmış ki Anadolu’ya, bu aşk düğümünü sonsuza kadar kimse etnik diye dil diye çözemeyecek. Aynı kubbeler aynı dergahlar aynı cephelerde aşkla birbirine ilahi dualarla karışmış Anadolu’yu anketle sosyolojiyle hiçbiri anlayamayacak... Anadolu bin yıl öncesinden dergahlarını çoktan kurdu ateşini çoktan yaktı, bu tekkeler ateşini, batıdan kapılan ırk dil etnik hastalıklarla söndürmesi mümkün değildir.. Çünkü bu toprakların evliyaları en büyük düşman olarak ‘gururu’ ‘böbürlenmeyi’ yani ‘kibri’ gördüler, efendi, zengin, sultan, köle ayırt etmeden bu toprakları ‘mesken’ tuttular.. Bize, tezgah dümen, alışveriş merkezleri otomobiller telefonlar satabilirsiniz, bizi uydurma ajanvari demokrasi özgürlük laflarıyla kırbaçlayıp içeri atabilirsiniz, ama…Güle kokusunu öğretmeye kalkmayın.. Bu toprağın binlerce yıl öncesinden yani iki üç yaşlarımdan beri bizi büyüten annemizin memelerindeki kokuyu bu toprakların yazarlarına anlatmaya kalkmayın..

O kokuyu unutanlar işte arkasına ABD’nin AB’nin silahlarını almış kardeşlerini öldürüyor..

Nihat Genç
Odatv.com