"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” diyecektir. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir." İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!"

30 Haziran 2010 Çarşamba

KÜRT AÇILIMININ ABD’DEKİ ADI NE?

Her ne kadar birçok kez isim değiştirse de, kapatalım yeniden açalım denilse de uzunca bir süredir kamuoyunu meşgul eden “Kürt Açılımı”nın Washington kaynaklı bir proje olduğunu ortaya koyan ciddi kanıtlar vardır. Konuyla ilgili olarak böylesine net ifadeler kullanıldığında ise iktidara yakın çevreler itiraz ederek tepki göstermektedir. Bugüne kadar sanatçılardan (arabeskçiler ve popçular sanatçı olarak var, tek bir ressam ve heykeltıraş yok) sporculara kadar farklı çevrelerden tanınmış isimlerle İstanbul’un hoş mekânlarında düzenlenen kahvaltılı toplantılarda, siyasi parti yöneticileri ve sivil toplum kuruluşlarıyla yapılan görüşmelerde açılım anlatılırken bir kamyon dolusu laf edildi, ama buna rağmen yetkili ağızları dinleyen hiç kimse ne olduğunu ve ne yapılmak istendiğini anlayamadı.

KÜRT AÇILIMINI ANLAMAYA ÇALIŞMAK
Konuyla ilgilenen, araştıran ve sorgulayanların büyük bir bölümü, Kürt açılımının Washington’un dayatması olduğu yönünde değerlendirmeler yapmaktadır. Askeri varlığını sonlandıracağı Irak’taki çıkarlarını gözetmeyi, kuzeydeki Kürt devleti oluşumunu koruyup kollamayı planlayan Amerikan yönetimi arkasında sorun istememekte, bu nedenle de Türkiye’nin Barzani ve PKK ile ilişkilerini kendine göre düzenlemeye çalışmaktadır. İşin özü, ABD’nin isteği, Türkiye’de terör bitsin, kan dökülmesin, Türk-Kürt kardeşliği bozulmasın, Kürtlerin istediği olsun değil, mevcut çıkarlarının zarar görmemesi ve planlarının bozulmamasıdır. Abdullah Öcalan’ın muhatap alınması, PKK ile masaya oturulması ve onların taleplerinin görüşülüp değerlendirilmesi ise Kürt açılımının olmazsa olmazlarıdır. Aksi takdirde Türkiye’ye terör sopası daha da sert bir şekilde gösterilerek, direnen son kale olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de er ya da geç evet demesi sağlanacaktır. İşte bu ince hesapları anlamanın yolu Türkiye ve Ortadoğu üzerinde çalışan Amerikan uzmanlara ısmarlanan raporları irdelemekten geçer.

KÜRT AÇILIMINDA HENRİ BARKEY İMZASI
Türkiye doğumlu Amerikan uzman Henri Barkey’in adı özellikle “Kürt açılımı” sürecinde çok sık gündeme geldi. Halen Lehigh Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanlığı görevini yürüten Barkey bir yandan da “Carnegie Endowment” adlı Amerikan düşünce kuruluşunda Türkiye uzmanı olarak çalışıyor. Aynı zamanda Ortadoğu uzmanı olan ve 2000’li yılların başlarında Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda da görev yapan Barkey’in araştırmaları, çalışmaları ve önerileri Amerikan yönetimi tarafından ciddiye alınıyor, hazırladığı ısmarlama raporlar ise bölgedeki Amerikan politikalarına yol haritası çiziyor. Her ne kadar kabul etmese de Henri Barkey bir diğer Amerikan uzman David Phillips gibi Kürt açılımının önemli mimarlarından biridir.

Henri Barkey, içeriği Kürt açılımı olan bir rapor üzerinde Amerikan Başkanı Obama’nın Nisan 2009’daki Türkiye ziyareti öncesinde çalışmaya başlamıştı. Aynı yılın Haziran ayında Amerikan Dışişleri yetkililerinin ve Savunma Bakanlığı Pentegon’un değerlendirdiği rapor, Ekim 2009’da son haliyle Beyaz Saray’a teslim edildi.

KÜRT AÇILIMININ ABD’DEKİ ADI “KÜRDİSTAN’DA ÇATIŞMAYI ÖNLEMEK”
Başkan Obama’ya tavsiyelerin yer aldığı 67 sayfalık “Kürdistan’da çatışmayı önlemek” başlıklı raporda öyle bölümler ve ifadeler var ki, bunlar açılım sürecinde Türkiye’de yaşanan birçok gelişmenin anlaşılmasına yardımcı olmakla kalmayacak, soru işaretlerini de ortadan kaldıracaktır. Söz konusu rapor diğer Amerikan uzman David Phillips’in (aynı zamanda Ermenistan açılımının mimarı) Ekim 2007’deki “PKK’nın Silahsızlandırılması” başlıklı raporuyla birlikte değerlendirildiğinde ise “Kürt açılımı = PKK ve Öcalan açılımı mı” sorusu ortaya çıkacaktır. Tercümesini yaptıktan sonra herkesin anlayabileceği bir dil kullanarak olabildiğince özetlediğim Barkey raporunun çarpıcı bölümleri şöyle:

1) Kürt sorunu Amerika Birleşik Devletleri açısından yaşamsal olan birçok konuyla bağlantılıdır.
2) Türkiye ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin işbirliği yapmalarına yardımcı olmak Amerika Birleşik Devletleri’nin başarısı için önemlidir.
3) Ankara-Bağdat işbirliği, uzun vadede İran’a karşı denge olarak hizmet görebilir. Böyle bir eksenin olabilmesi için Türklerin Erbil’e gitmeleri gerekir.
4) Washington, Türkiye’nin Irak’ta yapıcı bir rol oynamasını istemelidir.
5) Türkiye’nin Federal Irak modelinden duyduğu rahatsızlık giderilmelidir. Türkiye’nin Kuzey Irak açılımının ve Federal Irak’ı yavaşça kabulünün kırılganlığı da dikkate alınmalıdır.
6) Türkiye’de, Bölgesel Kürt Yönetimi ve Kürtlerle ilişkilerin iyileştirilmesine karşı çıkan muhalefet, ulusalcılar ve asker arasında önemli bir yere sahiptir.
7) Türkiye’nin Irak Kürtlerine verebileceği garanti, Kürtlerin kendilerini komşularından yana güvensizlik içinde hissetmelerini engelleyecek koruyuculuktur.
8) Türkler, potansiyel bir Kürt bağımsızlığını aşırı abartıyorlar. Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri-Bölgesel Kürt Yönetimi üçgenindeki mevcut rahatsızlık, Türkiye’nin kendi Kürt sorunundan kaynaklanmaktadır.
9) PKK’ya silah bıraktırmak ciddi bir planlamayı ve Iraklı Kürtler, Türkler ve Amerikan Yönetimi arasında eşgüdümü gerektirir.
10) İlk adım, Türkiye ve Bölgesel Kürt Yönetimi arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesidir. İkinci adımda, Türkler af kanunu çıkarmalıdırlar. Üçüncü adım ise, Bölgesel Kürt Yönetimi ve Amerika Birleşik Devletleri’nin, PKK’dan kopanlara gelecekleriyle ilgili garantileri sağlamasıdır.
11) Irak’taki Amerikan temsilcileri, PKK’nın silah bırakmasına eşlik edecek mekanizmalar için gerekli adımları atmalıdır.
12) PKK’lılar silahları Amerikan yetkililere teslim etmeli, Türk meslektaşları da durumu izlemelidir. Süreç kamuoyunun gözleri önünde olduğu takdirde Türk kamuoyu, bunun gerçek olduğuna inanacaktır. Silahların teslim edilmesi televizyondan yayınlanabilir.
13) PKK liderliğinin af kapsamı dışında kalması muhtemeldir. Onlar için bölge dışına çıkabilecekleri geçiş izni ya da belgesi sağlanabilir.
14) Amerika Birleşik Devletleri, bu sürece Avrupa’nın katılımını da sağlamalıdır. Avrupa ülkeleri, silah bırakma süreci başladığında, PKK’nın dernek ve işletmeler şeklinde iyi örgütlenmiş altyapısına karşı daha katı düzenlemeler getirmelidir. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hukuk dışı bulduğu yöntemlerle hapse atılmış PKK üyelerinin durumunu gözden geçirmeye ikna etmek için Avrupa Birliği, üyelik bağlamında Türkiye üzerinde nüfuz kullanabilir.
15) Avrupa, PKK liderliği için son durak da olabilir. Bu durumda, ev sahibi ülke, gelecekte hiçbir siyasi eyleme girmemeleri için gereken dikkati göstermelidir.
16) Obama yönetimi, Ankara’nın terörle mücadelesine ve Avrupa Birliği üyeliğine destek vermeyi sürdürmelidir. Kürt sorununa dair bir çözümün demokratik araçlarla olması gerektiğini vurgulamalıdır.
17) Mademki Türkiye’nin uzun vadede Avrupa Birliği üyeliği Kürt sorununu nasıl çözdüğüne bağlı bir seyir izleyecek, Amerika Birleşik Devletleri de aynı şekilde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine verdiği desteği, Kürt azınlığıyla uzlaşma yönünde gerçek çabalar sergilemesi şartına bağlayabilir.
18) Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa şiddet karşıtı Türkiyeli Kürt liderlerle ilişki kurmalıdır.
19) Washington, Türkiyeli Kürtlerin silahlı mücadeleyi terk etmeleri için Iraklı Kürt liderlerin yardımına da başvurabilir, çünkü Türkiye’deki silahlı mücadele istenen sonuçları almayacağı gibi, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ni de tehlikeye düşürecektir.
20) Washington, Türkiye’ye siyasal reform yapılması, insan hakları ve demokratik özgürlüklerin ilerletilmesi için de baskı yapmalıdır.
21) Türkiyeli Kürtlerin bağımsızlık eğiliminde olmadıkları söyleniyor. Kürtler, Türkiye Avrupa Birliği yolundayken bağımsız olmaya veya Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi’ne katılmaya niçin çalışsınlar ki. Ama 15 veya 20 yıl sonra bu bağların ve düşüncelerin değişmeyeceğini kim söyleyebilir?

BARKEY RAPORU KÜRT AÇILIMININ YOL HARİTASI MI?
Yukarıda numaralandırdığım bölümlerle ilgili değerlendirme yapmak yerine kimi olaylarla olan bağlarını anımsatmaya çalışacağım. Her bir madde çok önemli, ama özellikle 1’inci madde Kürt açılımıyla ilgili gelişmelerin özeti değil mi? Sonra 2 ve 3’üncü maddeleri Türkiye’nin geçtiğimiz Mart ayında Erbil’de konsolosluk açmasıyla birlikte düşündüğünüz de ne görüyorsunuz? Yedinci maddeyi okuduğunuz da ise ABD’nin Irak’taki askeri varlığının sonuçlanmasının ardından Türkiye’ye vermek istediği koruyuculuk rolünü anımsayacaksınız. Kürt açılımının aslında PKK ve Öcalan açılımı olup olmadığına da 9, 10, 11, 12, 13, 14 ve 15’inci maddeleri bir kez daha okuyarak karar vereceksiniz. Bu arada, 12’inci maddede önerilenlerin, Kandil ve Mahmur’dan Habur’a gelenlerle ilgili sahneler ve gelişmelerle bir bağlantısını kurmaya çalışın. Ergenekon adı verilen davaya dâhil edilenleri 6’ıncı maddenin ışığında düşünün. Son olarak ise 21’inci maddeye dikkatinizi çekeyim. Burada, “Büyük Kürdistan” nihai hedefinden söz ediliyor olabilir mi diye düşünmeden edemeyeceksiniz.

Yakında sizlerle paylaşacağım bir başka rapor ise Kürt açılımının ne olduğunun daha iyi anlaşılması bakımından büyük yarar sağlayacaktır.

Gürbüz Evren
Odatv.com

CUMHURBAŞKANI GÜL’ÜN OĞLU HARVARD’A NASIL GİRDİ?

Hürriyet gazetesinin dünkü sürmanşetinden okuyoruz:
“GÜL AİLESİNİ SEVİNDİREN HABER. MEHMET EMRE REKOR PUANLA HARVARD’DA”

Habere göre; “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün küçük oğlu Mehmet Emre Gül (19) ABD’de girdiği sınavlarda üstün başarı göstererek dünyaca ünlü Harvard Üniversitesi’nde eğitim görme hakkı kazandı.”

Haberde ayrıca şu satırlara yer veriliyor:

“Gül’e Harvard’ın dışında Columbia, Winston, Chicago ve MIT’den de teklif geldi. Mehmet Emre, SAT (Scholastic Aptitute Test) sınavında 800 üzerinden 800 puan alarak ulaşılması zor bir rekora imza attı.”

İşte bu haber dün internet haber sitelerinin neredeyse tamamında da geniş şekilde yer aldı. Yetmedi, televizyonda ana haberlerde konu edildi. Meslektaşlarımız; Mehmet Emre Gül için ne manşetler döşediler, ne övgüler dizdiler…

Acaba bu haberi okuyan vatandaşın göğsü kabardı mı? Malum, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın oğlu üstün başarı elde etmiş, ulaşılması zor bir rekora imza atmıştı.

Eğer göğsü kabaran bir vatandaş bu yazıyı okursa, baştan söyleyelim; hayal kırıklığına uğratacağım.

Evet… Lafı daha fazla uzatmadan, gelelim bu “büyük başarının” gerçekte nasıl bir “fos” olay olduğunu anlatmaya…

Önce; söz konusu haberde bahsi geçen SAT sınavı nedir, ne değildir bir bakalım kısaca…

SAT (Scholastic Aptitude Test - Eğitim Yetenek Testi), Amerika'da üniversite eğitimi almak isteyenlerin girmesi gereken bir sınav. Bu testte; eleştirel okuma, yazma-kompozisyon ve matematik alanlarında öğrencilerin bilgisinin ölçülmesi hedeflenir. SAT testinin her bir bölümü minimum 200 ve maksimum 800 puan ölçeğindedir.

Bu bilgilere baktığımızda; “helal olsun işte, Mehmet Emre Gül en yüksek puanı almış, çok başarılı” diye mi düşünmeliyiz? Ne yazık ki; hayır!

Bu sınavın Türkiye’deki üniversiteye giriş sınavlarından çok çok daha kolay olduğunu ve hatta çok özel bir ön çalışma dahi gerektirmediğini, hangi uzman eğitimciye sorsanız, öğrenebilirsiniz. Olmadı, bu yazıyı okuduktan sonra internetten dahi araştırmanız size bu bilgiyi verir.

Devam edelim… Ne diyordu haberde; Cumhurbaşkanı’nın oğlu ulaşılması zor bir rekora imza attı! Peki, neydi o ulaşılması zor rekor: 800 puan almak! Şimdi bakalım; bu sınavı (SAT) yapan resmi kurum olan American College Board’un, geçen seneki SAT raporundaki rakamlar ne diyor:
Kurumun resmi sitesinde yayınlanan istatistiğe göre; SAT’ın matematik bölümünden 2009 yılında 800 puanı alan kişi sayısı; 10 Bin 52 kişi.
(http://professionals.collegeboard.com/profdownload/SAT-Math-Percentile-Ranks-2009.pdf)

Ulaşılması zor bir rekor muymuş?

(Bu arada; Deniz Baykal'ın torunu Mehmet Erkılıç da, geçtiğimiz aylarda girdiği SAT sınavından 800 puan almıştı.)

Peki, ulaşılması zor (!) olan bu 800 puanı almak, Harvard’a girmek için yeterli mi?

ABD’nin en etkin gazetelerinden The New York Times’ın 4 Nisan 2007 yılındaki bir haberinin ilk cümlesi özetle şunu diyor:

“Harvard, SAT sınavının matematik bölümünden 800 puanı alan 1100 öğrencinin başvurusunu reddetti.” (http://www.nytimes.com/2007/04/04/education/04colleges.html)

Yani neymiş; 800 puan yeterli değilmiş Harvard’a girmek için.

İşte tam da bu aşamada; Mehmet Emre Gül’ün babasının Cumhurbaşkanı olması önem kazanıyor. Bilinir ki; böylesine büyük okulların öğrenci kabulünde öncelikli olarak, bu basit sınavın sonucu değil, başvuranın referansı dikkate alınır. Keza, Harvard Üniversitesi de kapılarını, tüm dünyadaki zenginlerin ve seçkin isimlerin çocuklarına açmaya özen gösterir.

Amacım; Gül ailesinin sevincini gölgelemek değil. Ancak; gerçekte olmayan başarı hikayelerini varmış gibi göstermek, bu ülkenin deha beyinlerine en hafif deyimiyle ayıp.

Barış Pehlivan
Odatv.com

27 Haziran 2010 Pazar

Model Taşeron

Yandaş ve refakat medyası Washington’daki ilişkileri olayları ya görmezden gelmekte ya da olmayanı olmuş gibi göstermektedir.

30 yıldır Washington’da bulunan gazeteci Yılmaz Polat ise gerçekleri Türkiye’ye duyurabilmek için uğraşır durur. Haberlerinin çoğu medyanın süzgeçlerine takılıp kalır. O da olayları kitaba döker.

Polat’ın yeni kitabı “CIA Pençesinde Açılım – Kirli Oyunun Gizli Belgeleri”, Amerikan belgelere ve tanıklıklara dayanarak birçok ilişkiyi aydınlatıyor. Kitaptan bir bölüm taşeronlaşmanın çarpıcı örneğini gösteriyor:

Adamın donunu alırlar!

Tezkere’nin oylanmasına bir haftadan fazla bir süre vardı. Yaşar Yakış, Devlet Bakanı Ali Babacan ve Genelkurmay Plan ve Prensipler Daire Başkanı Tümg. H. Nusret Taşdeler paketi konuşmak için Washington’a gittiler. Dışişleri Bakanı Colin Powell ile öğle yemeğinde bir saat görüştüler.

Powell, Türkiye’ye konuşlandırılacak asker sayısını 80 binden, 60 bine düşürüyor; Yaşar Yakış ise 90 milyar dolar yardımdan söz ediyordu… Powell, en çok 4 milyar dolar verebileceklerini söyledi.

Yaşar Yakış, yemekten sonra Türkiye Büyükelçiliğine giderek Başbakan Gül’ü aradı.

Powell akşamüzeri Yaşar Yakış'ı aradı; Başkan Bush'un yardımı 2 milyar dolar daha artırarak 6 milyar dolara çıkardığını söyledi. Yakış, ''Bu rakam beklentilerimizin çok altında'' dedi ve Başbakan Gül'ün 92 milyar dolar istediğini yineledi. Powell “Mümkün değil’’ diye karşılık verdi. Yaşar Yakış da Başkan Bush’la görüşmek istediklerini belirtti…

14 Şubat 2003 sabahı CIA her zamanki olağan görüşmeden önce Başkan Bush’a bir bilgi notuyla görüşeceği kişilerin yaşam öykülerini iletti. Oval Ofis’te konuklarla buluşan Bush’un pazarlık yapma niyeti yoktu; Babacan’a dönerek “ABD’de eğitim görmüşsün” dedi. Babacan utangaç bir tavırla kısaca “Evet” diye yanıtladı.

Savunma Bakanı Yaşar Yakış, “Sayın Başkan” diye başladı, “Biz buraya pazarlık yapmaya gelmedik…”

Bush birden “Sayın Bakan!” diyerek onun sözünü kesti; “Teksas’ta at tüccarları vardır. Müzayedelerde onlar da böyle söze başlarlar; ama sonunda adamın donuna kadar alırlar!”

Bush’un espri yaptığını sanan Türk heyetindekiler gülmeye başladı. Oysa Bush ve yanındaki Amerikalılar son derece ciddiydiler. Başkan, “Siz olmasanız da bu harekâtı yapacağız. (verileni) Alsan da, almasan da!” diyerek 6 milyarlık pazarlığa noktayı koydu…

Amerikan yönetimine göre top artık Türk sahasındaydı. Ankara’nın yanıtını beklemeye başladılar. Erdoğan’ın resmi görevi bulunmayan danışmanı Cüneyd Zapsu, telefonu elinden düşürmüyor, sık sık “Neo-Con” dostlarını arayarak tezkerenin kabul edileceğini söylüyordu…

Kürtler ise endişeliydiler; oyunun dışında kalmaktan korkuyorlar; Türkiye’nin ağırlıkla işin içine girmesinden duydukları rahatsızlığı kapalı kapılar ardında Amerikalılara iletiyorlardı… Kürtler, özellikle Iraklı Türklerin yoğun olduğu Musul ve Kerkük bölgelerinde Türk askeri istemediklerini anlatıyorlardı.”

Gerisini anımsayacaksınız: Powell ve Babacan Körfez kıyısında buluştular. Türk ordusunun Irak sınırını geçmeyeceği güvencesi verildi. Karşılığı bir milyar dolar nakit yardım…

O arada İslamcı ve liberalist “sivil” taşeronları da unutmayalım. CIA ile birlikte “Türkiye’de çözüm federasyondur” diye yıllardır beyin yıkıyorlar.

Ne karşılığında? Bolca dolar, euro; şan, şöhret karşılığında… Çöplüğün Soytarılarının yanında PKK bile temiz kalır.

Mustafa Yildirim

21 Haziran 2010 Pazartesi

Bu Gidisin Basi Var, Bir de Sonu

Bu gidişat çok önceden belirlenmişti! 100 yıl önce bugün hedeflenmişti!

Yıl 1912. Amerikan başkanı Woodrow Wilson .. Türkiye’yi param parça eden ünlü Wilson ilkelerine adını veren kişi… Türkiye sınırları içine bir Kürdistan ve bir Ermenistan haritaları çizen Amerikan başkanı.. Bakın ne diyor:

‘Amerikan kapitalizminin temel hedefi, zayıf ülkelerin hammaddelerini ve ulusal pazarlarını açık birer kapı olarak tutmaktır. Bunun için diplomasi ve gerekirse zor kullanılmalıdır…’

Geçenlerde Dışişleri Bakanı işte bu Wilson’ın adıyla anılan ödüle layık görüldü…
Wilson’ın 100 yıl önceki planı neydi? Petrol coğrafyasına bir Kürt ve bir Ermeni Devleti oturtmak…

O zaman ince ince hesapladıkları, Türkiye’yi bölme ve yutma hayalleri gerçekleşmedi. Kuyruklarını ardlarına kıstırıp bir daha gelmek üzere gittiler…

Türkler inaılmaz şartlarda yaptıkları savaştan galip çıktılar. Yedi Düvel buna ağızları köpürerek ‘Türk Mucizesi’ dediler.. Ardından yepyeni bir ülke kuruldu. Türkler ulusal kaynaklarına sahip çıkıyorlardı. Ardı ardına fabrikalar açtılar. Uçaklar , Arabalar yaptılar. Madenlerini işlemeye başladılar, Petrol aradılar…Tarıma yol verdiler, yurttaşlar yarattılar.

Ama içerde işi bozulanlar vardı. Onlar kullanıma hazırdı.. … Kürt Sait isyanı Lozan’da Musul meselesi masadayken, Dersim İsyani, Hatay için direnilirken tezgahlandı.

Batıya hayran ayran budalaları!
1930’lardan itibaren koyun postlarına bürünmüş ‘uzmanlar’ genç cumhuriyeti ziyaret etmeye başladı.. Her şey yeniden kurulurken maskeli sırtlanlar Ankara’da boygösterdi .. Tanzimat kafalı Batıya ayran budalası gibi hayran ‘münevverler’, yabancı emeller için uygun arazi şartları sağladı. 1938’de milletin önderi öldü ve geride kalanlar hemen Batı’ya koştu! İngiliz ve Fransızlarla üçlü anlaşma imzalandığında , Gazi Paşa’nın ölümünün üzerinden 5 ay geçmemişti. Gazi paşa’yı ‘anlamayıp sadece inananlar’ asıllarına rücu ettiler! 2. paylaşım Savaşına kadar ‘ecnebi uzmanlar’ yurdun tüm açık yaralarına dair raporlarını hazırladılar… 2. Dünya savaşı ile bir süre ara verdiler.. Yalta’da yeni bir düzen kuruldu artık Avrupa’nın mührünü Amerika alacaktı.

Savaşın sonunda ‘yeni dünya’ sırtlanları İsmet İnönü’yü bir sömürge anlaşmasına daha razı ettiler. Marshall yardımı çerçevesinde imzalanan anlaşma, Kurtuluş’dan 24 yıl sonra Türkiye’yi esir etti.

Önce Dünya Bankası ve İMF denetimine girdik. Sonra NATO’ya alındık. Bedelini Korede kanla ödeyecektik. Üstüne üstlük ‘Canım Amerika!’ diye şarkılar söyledik! Hollywood filmleri seyrettik, Dean Martin, Frank Sinatra dinledik..

1956’da küresel elitin önde gelen ismi, Rockefeller, ABD başkanı Eisenhower’a: ‘Türkler oltada balık! Yeme ihtiyaçları yok!’ diyordu.. Sonra Ortadoğu’daki yüksek idealleri için, işlerine gelen hükümetleri iktidarda tutmak işlerine gelmeyenleri devirmek amacıyla yardım fonlarının kullanılacağı’ karara bağlanıyordu..

1966’da NATO haberalma tesislerine kapıyı açtık. Tüm istihbaratımızı ABD’ye devrettik. 1971’de ‘Büyük Türkiye’ hayallerimizin bedelini birbirimizi kırdırarak ödettiler Ardından bir darbeyle işi bitirdiler! Uslanmayıp 1974’de Kıbrıs barış harekatını yapınca ASALA terörünü başımıza bela ettiler! Ama biz yılmadık, müttefikimize daha sıkı sarıldık.. 1980’de Sovyetlerle sanayi işbirliği, hızlı sanayi atılımları sürerken bir CIA darbesiyle daha sarsıldık.. 1984’de Türkiye ağır sanayi hamlelerine Güneydoğu Anadolu Projesini ekledik. PKK ile ödüllendirildik!

Sevr Hortladı!
100 yıllık Kürt devleti hayali paketlenip Türkiye’nin önüne kondu. Ve SEVR HORTLADI, kabusumuz oldu.. Fulbright burslarıyla yetiştirdikleri liderleri getirip ülkemizin başına koydular… 1991’de başa geçirdikleri Turgut Özal’a kukla bir Kürt devleti için ilk adımları attırdılar. Çekiç Güç kontrolünde bir Kürdistan devletinin tohumunu attılar.. Irak’ın kuzeyi güvenli bölge ilan edildi ve PKK Çekiç Güç kontrolünde pamuklar içinde yetiştirildi! Derken Özal, ‘Bir Türk-Kürt Federasyonu’ndan’ bahsediverdi! Bu arada on binlerce vatan evladı yitirildi….

1995’de Avrupa Birliği ‘Kürt Sorununu askeri tedbirlerle ortadan kaldıramazsınız!’ diyordu. İçerdeki besleme koro onaylıyordu. Bu ülkenin has vatandaşları Azınlık konumuna oturtuldu…
Aynı anda Türkiye’nin Gümrük Birliği ile eli kolu bağlandı! Yani tüm gelirlerine el kondu, üretimi durduruldu, terörle mücadelede deli gömleğine sokuldu.

1999’da Apo Türkiye’ye verildi. Artık İmralı’dan terörü yönetecekti! Vatan evladı ölmeye devam etti! 2002 de Türkiye’ye bir sessiz darbe yapılacak, oyunun son perdesi sahnelenecekti.. Küresel elit, Sevr hükümleri karşılığında AKP’ye iktidar koltuğunu verdi! 2004’de Avrupa Birliği Uyum Yasaları önümüze geldi… Bu yasalarla ellerimiz arkadan bağlanıyor, teröriste ise ‘VUR!’ deniyordu. Vurmaları için gerekli tüm silahlar, Irak ve Güneydoğuya NATO uçaklarıyla aktı…Ordunun sınır ötesi harekatı sınırlandırıldı. İstihbaratımız ABD ve İsrail istihbaratının içinde eridi ve kayıplarımız, 10 yıl içinde 50 kat arttı. Eşzamanlı olarak Bölgesel Kalkınma ajansları, ikiz yasalar ve yerel ‘iktidar’ girişimleri teröre zemin hazırladı. Medya vasıtasıyla zehir enjeksiyonu had safhadaydı. Basın tümüyle işgal altında ve köşe başlarını tutanlar. ‘Sahiplerinin sesi’ olmaya can atmaktaydı! Üniversiteler şirketleşmeyi tamamlıyorlardı. İşbirliği yapan akademisyenler rüyalarında göremeyeceği imkanlarla donatıldı. 2007’de Amerikan istihbaratçılarından oluşan bir ekip Ankara’ya yuvalandı. Gözleri gören, kulakları duyan, burnu koku alan helal süt emmiş vatan evlatları kralın çıplak olduğunu yazıp çizdiler. Ortalığa korku salındı. Konuşmaya başlayanlar dinlendi, terörle mücadelede üstün hizmeti olanlar Silivri’ye davet edildi..(!)

Artık ‘YETER’ diyenler…
Şimdi geldiğimiz noktada her şey apaçık ortada! Düşman belli..Hem de 100 yıldan beri, hiç değişmedi. Çokuluslu şirketlerin kontrolünde ABD ve Avrupa Birliğinin elitleri, ve onların denetimindeki mali ve siyasi kurumlar, İMF, Dünya bankası, NATO! Ve tabii içerde onların planlarını yürürlüğe koyan işbirlikçi hükümetler !. Artı Sivil Toplum diye altımızı oyan ajanlar ve onların maşalarının ucunda sallananlar… Hepsini toplasanız 10 bin kişiyi bulmazlar! Geride 72 milyon var. İşsiz ve yoksul bırakılmış, dini ve etnik olarak parçalanmış, şehit düşmüş, gazi olmuş, kan kusan, göz pınarları akan 72 milyon..

Psikolojik savaşın her türlüsüyle karşılaşmış, çok hırpalanmış, örselenmiş ama sağduyusunu kaybetmemiş, sabrı defalarca denenmiş bir millet… Sessiz ama derinden, son anda ‘YETER’ diyen…İşte bu nedenle ZALİMler bu milletten korkuyor ve oyun üzerine oyun kuruyor.

Bu millet artık Terörün Washington ve Brüksel’den fışkırdığını biliyor. Batıyla ittifak yapanların, eşbaşkan olanların bu kan kaybını durduramayacağını da! Eylüldeki referandum halkın bu bilincinin keskin bir göstergesi olacaktır.. Halk gücünün farkına vardığı zaman başka bir dönem başlayacaktır! Allah tüm şehitlerimize RAHMET eylesin!!! Onların kanı yerde kalmayacak!

Banu Avar

Ey Siz Her Donemin Vizyon Sahipleri...

Ermeni meselesi tartışılırken en doğru en haklı en ileriyi gören yorumları sizler yaparsınız, ekranlara doymazsınız, bildirilere imzalar bitmez, ülkenizin tarihini aşağılamalar sizde, “dünya değişti vizyon sahibi olmalı” deyip halkınızı küçümseyerek binlerce makale döşeyen sizler… Türkiye’ye dayatılan Türkiye’ye boyun eğdirilen tüm Ermeni tezlerini dillendiren, Ermeni sözcülüğüne soyunan sizler.. Ne idüğü belirsiz protokollara devlet ciddiyeti hiçe sayılıp imzalar atarken hep haklı çıkan sizlerdiniz, bugün Ermeniler’le restleşip kapıları kapatırken haklı çıkan yine vizyon sahipleri sizler.

Kıbrıs meselesi tartışılırken Rum kesimi iddialarını dillendiren siz vizyon sahipleri, alttan almalar, taviz vermeler, dünya değişti reformlar açılımlar diyerek binlerce makaleyi üstelik bu toprağın insanlarını aşağılayarak yazanlar ekranlara doymayanlar sizler.. Neredeyse el altından buradan giden vizyon sahipleri, sözcüleriyle Rum Kesimi’yle birlikte nerdeyse ortak kararlar alıp ortak toplantılar yapanlar hep siz vizyon sahipleri, o günlerde hep haklı sizlerdiniz, bugün Kıbrıs’la her şey sıfıra sıfır elde var sıfır, haklı olan yine siz vizyon sahipleri..

ABD Irak’ı işgal hazırlığı içinde ABD askerlerine coşkulu yazılarıyla destek veren sizler, ABD’yi teknolojisini askerini övmeler sizde.. Türkiye mutlaka savaşa girmeli diye yüzlerce yazı yazan sizler, Türk Ordusu’nu savaşa teşvik yazıları yazan sizler.. Bir buçuk milyon insan öldü Hazreti Ali’nin türbesi bombalandı, Felluce’de Kerkük’te hiçbirinizin tek satır bahsetmediği onbinlerce insan ABD askerlerince öldürüldü, o günlerde siz vizyon sahipleri haklıydı, bugünlerde ABD’nin kontrolünde PKK bizleri öldürüyor yine haklı olan siz vizyon sahipleri..

Henüz birkaç yıl önce Barzani her sabah yataktan kalkar kalkmaz Kerkük’ü alacağım, Kerkük Kürt’tür deyip ve bunu yıllarca her gün söyleyen ve bu her gün söylenip Türkiye halkını kışkırtan galeyana getiren lafları her gün ekranlarında birinci haber olarak verirken o günlerde hep siz haklıydınız vizyon sahipleri, bugün takım elbise giydirilip devlet başkanı gibi Cumhurbaşkanlığı köşklerinde ağırlanırken yine hep siz haklıydınız vizyon sahipleri..

Tayyip Erdoğan’a biçilen Orta Doğu Eş Başkanlığı’nı büyük devlet adamlığı, Türkiye dünya devleti diye yorumlayıp bal akan yağ akan binlerce makale yazan ve hep haklı çıkan siz vizyon sahipleri, bugün ABD’de siyasi kişiliği tartışma konusu yapılmaya başlayınca yine haklı olan sizsiniz vizyon sahipleri..

Türkiye AB’ye mutlaka girmeli, en alttan alan, sömürge andlaşması olan ve tarihte eşine rastlanmayan gümrük andlaşmalarını görmezden gelen, aşağılanan, yalvaran, her tavizi veren, Avrupa Birliği sözcülerinin hakaretlerini ‘nur yağıyor’ diye manşete çeken siz vizyon sahipleri, o günlerde de haklıydınız, küfredilerek kovulduğunuz bugünler de yine siz haklısınız..

Avrupa Birliği sözcülerinin aşağılamalarına karşı çıkan herkesi Saddamcılıkla, Kaddaficilikle, dünyadan dışlanmış Kuzey Korecilikle aşağılayıp ekranlardan kahkahalar atarak dalga geçen sizler, bugün Cumhurbaşkanının Kuzey Kore’ye ziyaretini ‘dünya açılımı’ olarak yazıp yine haklı çıkan sizler.

Bunlar Ergenekoncu, batıyla ilişkilerimizi kesip bizi Rusya’ya Çin’e bağlayacaklar deyip milli güvenlik kurulunda görevler yapmış emekli generalleri dahi Ergenekonculuktan içeri atarken hep sizler haklıydınız, bugün Rusya’yla nükleer imzalar atarken yine haklı olan vizyon sahipleri.

İçi boş olan sadece ‘açılım’ değil, otuz yıldır aralıksız yazdığınız ve her birinizin yüzbin kez kaleme aldığı ‘reform’ ‘değişim’ kelimeleriyle büyük ve haklı bir şöhrete kavuştunuz, otuz yıldır maaşı kesilmeyen bu muhteşem kelimelerle hep siz haklı çıktınız.. Özal döneminde haklıydınız, Tansu döneminde haklı, Mesut Yılmaz iktidardayken siz haklıydınız, Demirel, Tayyip, hep vizyon sahipleri haklı.. Üzülmeyin iktidar değişir sizler yine içi boş ‘açılım’ ‘reform’ ‘değişim’ kelimeleriyle binlerce makale döşeyip yine haklı çıkarsınız..

Reagan Thatcher varken siz haklıydınız Bush’lar geldi gitti siz haklısınız, Sovyetler çöktü, Gorbaçov’u dünya unuttu Yeltsinler gitti Putin’ler geldi, Saddamlar gitti ABD geldi, Bosna, Çeçenistan, Irak, Afganistan tüm dünya tarihinde görmedikleri kadar soykırımdan geçirildiler, hep siz vizyon sahipleri haklıydınız.

Aslında Türkiye’de görünmez ama varlığı aşikar bir Mavi Marmara gemisi var, bir dahaki sefere içine Birandları, Altanları, Ilıcakları, Barlasları, Çandarları da mutlaka almalılar, çünkü bu gemi batıya da gitse haklısınız doğuya da gitse haklısınız, bu gemi İsrail’e gitse de haklısınız Pensilvanya’ya gitse de haklısınız, Serdar Turgut gibi penis yazıları yazarken de haklıydı Fethullah Gülen’i överken de haklısınız.

Atatürk’e Cumhuriyete bağımsızlığımıza en aşağılık hakaretleri yaparken hep sizler haklıydınız, Fethullah Gülen’e tek cümlecik eleştiri dahi yapamayıp korkup sinerken yine siz vizyon sahipleri haklısınız.

Aktütün Dağlıca karakolları basılırken Türk Ordusu kendi askerleri öldürdü diye manşet çekenler ve aylarca ekranlarından Anadolu halkının kalbini dirliğini güzelliğini bozan yayınlar yapıp ‘asker’i halkın gönlünden silmeye çalışan yayınlar yaparken sizler haklıydınız, bir yıl sonra, asker öldürmedi ihmali var deyip düzeltme yaparken yine siz haklıydınız, bugün cenazeler kaldırılırken Kahraman Şehidlerimiz diye nutuklar irad ederken yine haklı olan siz vizyon sahipleri..

Bin yıl geçse dünyanın tüm hukuk mekteplerinde ‘mizah’ olarak okutulacak Ergenekon Balyoz Kafes yaygarasını ‘iddialar var efendim iddialar var efendim’ diye sabahlara kadar televizyonlarda dillendirirken hep siz haklıydınız, neymiş bu iddialar, bir delil bir belge diyenleri de ‘sulandırıyor’ diye bir daha içeri atarken yine siz haklı olan vizyon sahipleri..

Siz vizyon sahibiniz, Türkan Saylan’ın evini ‘iddialar var efendim’ diye basarken siz haklıydınız, Erol Manisalı’nın evi ‘iddialar var efendim’ diye basılırken siz haklıydınız, İlhan Selçuk sabahın dördünde götürülürken ‘iddialar var efendim’ diye yaygara koparan sizler haklıydınız, Kanadoğlu’nun evi basılırken ‘iddialar var efendim’ diye haklı olan yine sizdiniz, bir Cumhuriyet Başsavcısı makamında dünya tarihinde eşine bir daha rastlanmayacak şekilde hapse tıkılırken yine siz haklı olan vizyon sahipleri..

Yazarlar generallar savcılar avukatlar içeri tıkılırken ‘hukukun işine karışmayın’ diye Amerika’dan laf yetiştiren Başbakan ve şürekası ve siz vizyon sahipleri haklıydınız, bugün aynı hukuk salıverince ‘tuz koktu, hukuk zıvanadan çıktı’ diye yayın yapan siz vizyon sahipleri haklısınız, anayasa mahkemesi kararları yok sayılsın diye darbecilerin bile ağzından çıkmayan lafları ederken yine haklı olan siz vizyon sahipleri.

İfade özgürlüğü her şeydir evet her şeydir ancak ‘ifade özgürlüğünü’ PKK sözcülüğünde kullanırken ve ifade özgürlüğüyle ülkeye savaş ilan eden gözdağı tehdit iç savaş kışkırtıcılığı yapanları ekranlara sabah akşam çıkartırken yine siz vizyon sahipleri haklıydınız.

Anadilde eğitim, Etnik Kimlik ve işte Kürt Sorunu bir gerçek diye sabah akşam yirmi yıl aralıksız beyin yıkayıp halkımızın açlığına rağmen dayatanlar siz vizyon sahipleri haklıydınız, Kürt Sorunu var deyip kamuoyu oluşturanlar ve Kürt Sorunu vardır cümlesini bir siyasal sorun olarak değil PKK’nın yol haritasına hizmet için görevliymiş gibi yayınlar yapan siz vizyon sahipleri yine haklısınız.. Şimdi şu an ekranlarınızda PKK’nın yol haritasına hizmek eden kaç tanesi aydın yazar adı altında ekranlarınızda, şu an.. Bu insanları şöhret yapan büyüten şişiren ve sabaha kadar ekranlarında zırvalatıp iç savaş kışkırtıcılığı yapan siz vizyon sahipleri yine haklısınız.

Vizyon sahipleri, bu ülkenin gerçek ‘statükosu’, maaşları kesilmez şöhretleri ziyan olmaz, kırk yıldır bir elleri yağda bir elleri balda fasılda geyikte..

Hepinizden Allah razı olsun, bu ülkeyi ‘açılıma’ ‘reforma’ ‘değişimle’ doyurdunuz. Bu ülkeye tlf gazete matbaa fabrika bilgisayar her şey geldi Allahaşükür.. Gelmeyen şey ‘zaman’..

Zaman aynı ‘ortaçağ’ krallıklar padişahlar zamanı.. Değişmeyen süslü şatafatlı nutuklar gözboyayan yazılar ve para sahipleri, neon ışıkları, pırıltılı ekranlar, yan gelip kurulduğunuz televizyonlar, evinizin yatak odasında olmadığınız kadar çok zaman geçirdiğiniz ünlü TV kanalları.. O büyük dev aynalı şatolar gibi, değişmeyen yalılar şatolar maaşlar ve baş makaleleriniz.

Bu topraklara sayenizde ‘zaman’ giremiyor, zaman’ı bugünü dünyayı olup biteni kurduğunuz tahakküm sayesinde halkımız göremiyor, tanımıyor, bilmiyor..

Bu vizyon sahiplerinden dünyada kalmadığını nasıl anlatacağız? Eskiden değirmenlerde ‘hak kaşığı’ olurdu, değirmencinin payını ölçerek aldığı.. Bu gazeteler TV’ler bu topraklarda hangi iktidar gelse ‘hak kaşığıyla’ parsasını topluyor.. Ankara’nın bürokratları İstanbul’un yazarları işte bu ‘hak kaşığı’nın hakkını her dönem değirmenin başını bir şekilde tutup yüreğimizden ciğerimizden beynimizden çoluk çocuğumuzdan istikbalimizden alıyor işte..

Sadece az gelişmiş üçüncü dünya ülkelerinde, iktidarı ele geçirenlerin beslediği tuttuğu kiraladığı saray adamları olarak kullandığı Orta Amerikalar’da Orta Afrikalar’da dahi kalmadığını halkımız nerden bilsin. Bir benzeri benzin istasyonu körfez şeyhliklerinde bir şeyh ailesiyle yönetilen Suud krallığında yaşanan bir doğuştan değişmez bir Tanrısal ‘vizyon’…

Hakikatı saklamak için kullanılan maske örtü çamur iftira soytarı şaklaban illüzyonist görevlerinin her birini kusursuz yerine getiren bu vizyon sahiplerinin örttüğü şudur: 12 Eylül ve hemen sonrasında kimler zengin oldu, 28 Şubat’ta kimler zengin oldu, bugün gencecik çocuklarımız ölürken zengin olan kimlerdir?

Anadolu’nun bu köylü yoksul çocukları kimlerin keyifleri uğruna ölmekte.. Birileri meyhaneden ekranlara ekrandan bölgede bilmem ne toplantılarına büyük önemli devrimci adamlar gibi ağırlanıp keyfini sürüyor, birileri siyaseten askere orduya avukatlara ve yargıçlara karşı kahraman demokratlık yaparak keyfini sürüyor, birileri büyük gazeteci korkusuz şövalye özgürlük savaşçılığı yazıları yazarak keyfini sürüyor.

Ve istisnasız her gazete her TV’de çalışanlar, bu son yirmi yılda cemaat ve benzeri TV’lerin holdinglerin kazandıkları otuz milyar dolar elli milyar dolar nerden kazanıldı sormuyor, soramıyor, soranları orada çalıştırmıyor, ya da holding başına birkaç yılda kazanılan üç-beş milyar dolar nasıl kazanıldı merak etmiyor.

Doğu cephesinde de değişen bir şey yok, birileri siyasetin holdinglerin cemaatlerin TV’lerin gazetele köşelerinde keyfini sürüyor, birileri, Anadolu’nun gerçek sahipleri yoksul köylü çocukları canlarını veriyor..

Van rektör yardımcısı kahrından intihar ederken siz vizyon sahipleri haklıydınız, albaylar şerefsiz ithamları kaldıramayıp intihar ederken siz vizyon sahipleri haklıydınız. Üç kadın bakanın üçü de aynı elbiseyle üstelik bir toplantıda yan yana gelip oturunca haklı çıkan siz vizyon sahipleri, bu üç aynı elbise, liberal İslamcı cemaatçi anı nakarat aynı iftiralar ve hepsi aynı gemide..

Dün Amerika Irak’ı girerken ortalığa ayağa kaldıran bu anti-amerikancı yazarları avukatları askerleri sizi kullanıp tutuklattırdı, aynı Amerika şimdi PKK’yı yine görevlendirdi..

Türkiye PKK’ya karşı değil AB’ye ve ABD’ye karşı savaştığını dünya alem bilirken AB’yi ve ABD’yi koruyan yazıları utanmaksızın yazarken hep siz vizyon sahipleri haklıydınız, bugün Amerika bize niye istihbarat vermiyor diye yakınırken haklı olan yine siz vizyon sahipleri.

Unutmayın, PKK’ya silahlar mayınlar istihbarat eğitim subayları nerden geliyorsa ‘bu vizyon’ bu değişim bu reform bu açılım’lar aynı tezgahtan geliyor…

Düzenbazların tahakküm kurduğu bu dünyada kafanızın karışmasını istemiyorsanız, çok basit bir soru soracaksınız, ölenler kim, servet ve şöhret sahibi olanlar kim?

Nihat Genç
Odatv.com

Işte Aşama Aşama TSK`nin Tasfiye Projesi

ABD’nin TSK’ya karşı yürüttüğü operasyonun değişmeyen iki hedefi var: 1. Türk Ordusu’nu bölmek. 2. Ordu ile milleti karşı karşıya getirmek.

İşte ABD bu iki hedef doğrultusunda TSK’ya karşı gerek darbecilik iddiaları üzerinden gerekse terörle mücadelesi konusu üzerinden psikolojik savaş uygulamaktadır.

Psikolojik Savaşın sahibi ABD, taşeronları AKP ve F Tipi Örgüttür.

Gelin “35 kişilik CIA-Pentagon heyeti”nin kurmaylığını yaptığı bu psikolojik savaşa mercek tutalım ve 2007 yılından itibaren savaşın aşama aşama nasıl ilerletildiğini görelim:

1. Aşama
TSK’nın “terörle mücadele” konusundaki en seçkin subayları darbecilik iddiasıyla tutuklandı.

2. Aşama
Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan bu operasyon dalga dalga, sindire sindire, subayların kimi amirlerine de hazmettire hazmettire uygulandı!

3. Aşama
“Terörle mücadele” etmiş subayların halk nezdinde itibarını sarsabilmek için akla ziyan iddialarla gündem yaratıldı. Örneğin günlerce, asit çukurlarına atılan binlerce ceset türünden deli saçması iddialar süsledi manşetleri. Aşama tamamlandığında, psikolojik savaşın aracı olarak işlev gören yandaş basın, kuyulardan tek bir insan kemiği çıkmamasını haber yapmadı elbette!

4. Aşama
İlk 3 aşamanın sağladığı başarı ile cephede olan subayların da terörle mücadele azmi kırıldı. Cephedeki subay için terörle mücadele etmek her an Ergenekon’dan içeri alınmakla eşdeğer hale getirildi. Teröristle mücadele eden subay terörist muamelesi görerek zindana atılırken, Kandil’den gelen terörist Habur’da devlet töreniyle kabul edildi. Bölgenin en tepesindeki askeri yetkili olan 3. Ordu Komutanı, Ergenekon’un bir türevi olan Erzincan İddianamesinde 1 nolu sanık ilan edildi! Yandaş basın üzerinden görev ifa eden F tipi savcılar, “Saldıray Berk görevden alınmalı” kampanyası açtılar. Komutanlarının terörist muamelesi gördüğü bir ortamda, genç subayların terörle mücadele azmine darbe indirilmeye çalışıldı.

5. Aşama
Ordu içinde nifak yaratılarak, generaller ile genç subaylar karşı karşıya getirilmeye çalışıldı. Genç teğmenlerin generallere suikast hazırlığı içinde olduğu deli saçmalığından hareketle askeri liselerin, harp okullarının dereceli genç subayları Ergenekon sanıklığında zindana atıldı!
Aynı operasyon kapsamında, genç subaylarda da bu deli saçmalığına rağmen komutanların kendilerine sahip çıkmadığı fikri işlenerek komuta katına güvensizlik duygusu yaratılmaya çalışıldı.

6. Aşama
PKK’nın karakol baskınlarının neredeyse tamamı Ergenekon’un dolayısıyla TSK’nın işi gibi sunuldu. Yandaş basına yerleştirilmiş pek çok utanmaz kalem üzerinden, “Ordu AKP’nin Kürt açılımına engel olmak için kendi evlatlarını öldürüyor” fikri işlendi! Şehit yakınlarının TSK’yı hedef alan açıklamalar yapması için özel çalışmalar yürütüldü. İktidar katlarında ise diğer aşamalardaki başarıların verdiği pervasızlıkla, “iyi ki bu orduyla savaşa girmemişiz” demeçleri verildi.

7. Aşama
“Terörle mücadele konusunda askerin başarısız olduğu, 30 yıldır bir adım öteye gidilemediği” gibi fikirler ekranlarda, manşetlerde subayların gardını düşürmek için aylarca dillendirildi. Bu ordunun lağvedilmesi gerektiği, yeni ve profesyonel ordu kurulması gerektiği işlendi hemen her akşam ekranlarda… İtiraz edenlere “anaların ağlamasını mı istiyorsun” şeklide ucuz ama etkili argümanlarla saldırıldı.

8. Aşama
TSK’nın karakol baskınlarına uğramasının “siyasal” sonucu olarak “ABD ile istihbarat paylaşılması” anlaşması yapıldı. İstihbaratın önce ABD’deki merkeze gidip değerlendirileceği, uygun görülürse Erbil’deki üçlü koordinasyon merkezine, oradan da Ankara’ya ulaştırılacağı yönteminin akıl dışılığı bir yana, asıl sıkıntı bu anlaşmanın askeri sonucuydu: ABD, bu anlaşmayla hem Ankara’yı “Kuzey Irak’a girmene gerek kalmadı, ben sana istihbarat vereceğim” noktasına getirmiş hem de terörle mücadele etme kapasitesini zayıflatmış oldu! Böylece TSK, PKK’ya karşı sınır ötesi operasyon yapamaz hale getirildi. (Birkaç saatliğine girip, 12 terörist imha edildiği şeklindeki sonuçlar, hem ordunun hem de milletin motivasyonuna negatif etki yapmaktadır.)
Kaldı ki siyasal iradenin, ABD’nin “Askerini Afganistan’a, Lübnan’a, Somali’ye gönder ama Kuzey Irak’a gönderme” şeklindeki isteğine kayıtsız şartsız uymuş olması, zaten Ordu’nun elini kolunu bağlar hale gelmişti.

9. Aşama
Artık halkın, ordusuna karşı kışkırtılması aşamasına geçilmiştir. Hakkari’de verilen 11 şehitten sonra, iktidar katından uygulanan yeni saldırı aracı “halkın, Genelkurmay’dan hesap sorması” üzerine inşa edilmiştir. AKP’li Meclis Başkanı aynen şöyle demiştir: “Her şehit haberinden sonra ‘Allah rahmet eylesin, başınız sağ olsun, vatan sağ olsun, milletimizin başı sağ olsun’ demek adet haline geldi. Bu değerlendirmeler, açıklamalar, vatandaşımızı artık tatmin etmiyor. Bundan birkaç gün önce şehit verdiğimiz bir gencimizin Çorum’daki babasının tespiti beni çok etkilemişti. Şehit babası, ‘Biz koskoca bir devletiz, koskoca ordumuz var, birkaç çapulcu üzerinde neden etkili olamıyoruz, bunları susturamıyoruz’ demiştir. Bugün verdiğimiz 8 şehidimizle ilgili ben Genelkurmay’dan tatmin edici bir açıklama bekliyorum. Bu şehit babasının hislerine tercüman olacak, tatmin edecek açıklama bekliyorum. Kamuoyu da bekliyor”.

Sonuç
TSK’nın psikolojik savaşa karşı koyacak unsurlarının budandığı bir 8 yıl geçti. MGK Genel Sekreterliği koltuğundan atılmakla başlayan süreç, Meclis’i korumakla görevli askeri taburun kapı dışarı edilmesine kadar götürüldü. TSK, tehdidin kaynağını doğru saptamayarak ya da saptamışsa bile bunu ilan edip milletiyle paylaşmayarak adım adım tasfiye ediliyor!

Mehmet Ali Güller
Odatv.com

17 Haziran 2010 Perşembe

İslâm Devriminin Ucuna Gelmişken...

Başbakan “Sesiz bir devrim” gerçekleştirildiğini açıklayalı çok olmadı. Haklıydı, yalnızca 1923’te kurulan Cumhuriyet devletini kökten değiştirmekle kalmıyor; Osmanlı döneminde bile her türlü yontmaya ve yozlaşmaya karşın bir türlü yıkılamayan Türk egemen devlet yapısı da sonunda silinecekti.

Çok milliyetli, çok dinli, çok yönetimli; ama esas olarak Arap milliyetçiliğine dayanan bir üst yönetime sahip devlet kurma; mezhepler uzlaşmasını gözeten yeni bir rejim için atılan adımlardır “sessiz devrim” denilen girişim.

Anadolu’da yüzlerce yıldır yaşayan Türk egemenliğini yıkmak isteyen emperyalizm, Ortadoğu’nun Arap hanedanları, imparatorluk hülyalarıyla Türkiye’ye karşı düşmanlığı bazen açıktan bazen maskeli olarak sürdüren Acem tiranlığı, Büyük Bizans ideali peşinde koşmaktan bir türlü caymayan Atina devleti ve Fener Kilisesi…

Kimisi “liberalizm” diyerek, kimisi “etnik özgürlük” ve pek çoğu “din hürriyeti” ve “çok kültürlülük” diyerek dışarının yayılmacılarıyla ilan edilmemiş bir anlaşma içinde birleşiverdiler.

Türklerin ve Cumhuriyet devletinin ideallerine bağlı bin yıllık kardeşlerinin uyurgezerliğinde “Nasıl olsa bir şey olmaz” inancından kaynaklanan aymazlığından yararlanan “değişim koalisyonu” amacına ulaşmak üzerdir.

Değişimin ilkeleri ya da programı herkesin anlayacağı bir dille ilan edilmemişti. Yıllar içinde taksit taksit benimsetildi. Açıktan şiddete başvurulmamıştı; ama kurumların kilit yerlerine “değişim” inançlılar yerleştirilmişti. Özel yetkili mahkemeler, “sessiz” devrimin sindirici gücüne dönüşüverdi. Alışılagelmiş yasalar, kuralların yerini “devrimci” merkezin emirleri aldı. Herhangi bir toplu direnişle karşılaşmamak için genel yüklenme yerine parça parça sindirme programı uygulandı.

Emperyalist odaklar, geleneksel devletin yıpranmasından hoşnuttular; içerdeki gücü kendi yararlarına davrandığı sürece desteklediler. İçerdeki güç de aynı amaçla onları kullanabileceğine inançlıydı.

Ne var ki dışardakiler yıkılan Türk devletinin yerine; Arap-Fars İslamının egemen olacağı bir devletin oluşmasına izin veremezlerdi.

İçerdekiler de yüzlerce yıl sonra Arap-Fars-Kafkas Müslümanlarının birliğiyle kurulacak bir birleşik İslam imparatorluğunun karşısında en büyük engel olan Türk devletinin yerine kendi sultanlıklarını kurmalarına ramak kalmışken, iktidarı bırakıp gidemezlerdi. Böylesine bir fırsat yüzlerce yılda bir gelirdi.

“Kemalist” ve “Laik diktatörlük” hazır çökmüşken, işin ucuna gelmişken duraklamalı mı, yoksa yasal kurumların, mahkemelerin kâğıt üstünde geçerli olan yaslara dayanarak verecekleri kararlar hiçe sayılmalı ve hazır güç eldeyken kararlı bir “devrimci” adım atılmalı mı?

Zor soru! Yanıtını ancak gözü pek İslam devrimcisi liderler verebilir

Her şeyi göze alarak Anayasanın tersyüz edilmesi; Yargıtay’ın ve Anayasa mahkemesi kararlarının yok sayılması, Ortadoğu’da Hizbullahi davranışlara girişilmesi, Batı’ya açıktan kafa tutarak güç sınanması; yeni ittifakların denenmesi…

Çevreden herhangi bir tepki gelmemesi için Atina ve Ermenistan’la Türkiye Cumhuriyeti devletinin varlık kavgasından miras sürtüşmelerin “sıfırlanması”; Türkiye sınırlarının tüm Arapların serbest geçişine açılmasını, günlük siyaset kapışmalarından sıyrılarak, yönetenlerin ideolojik amaçlarını gözardı etmeden düşünmenin tam zamanıdır!

Sorular açıktır:

* TSK’nin de amaçlara uygun biçime sokulması için “gemi limana” sabırla ilerletilecek mi yoksa “sesli” devrim aşamasına mı gelindi?

* Anayasa ve yüksek yargı kısa devre edildikten sonra serbest bir seçimle iktidara gelineceğine inananlar, gücü elinde bulunduranların kararlığını görmezden gelerek genel seçim nutukları mı atacaklar yoksa halka devlet üstüne oynanan bu oyunu mu anlatacaklar?

Uyan Be Halkim

Herşeyinizi sattılar; Fabrikalarınızdan nehirlerinize kadar herşeyinizi sattılar...

İşinizi kaybettirdiler, işsiz bıraktılar; utanmadan, "kriz teğet geçti..." dediler...

Üretiminizi bitirdiler; tarımınızı, hayvancılığınızı, sanayinizi tükettiler; yurt dışından "fındıklı ürünlerden" "canlı hayvana" kadar herşeyi ithal ettiler...

"Açılım" diyerek teröristle müzakere ettiler, şehit cenazelerine, "anaların göz yaşlarına inat" Habur'da göstermelik mahkeme kurup, teröristleri yargılamış gibi yapıp serbest bıraktılar, bu da yetmedi , "UEFA Kupası kazanmış GS gibi", teröristlerin üstü açık otobüslerde şehir turu atmalarına göz yumdular...

"Ergenekon" diyerek, vatanseverleri, Atatürkçüleri, Silivri'ye tıktılar; "Ordu darbe yapacak!" paranoyasıyla TSK'yı "düşman" ilan ettiler... Generalleri, "çeteci" diye zindanlara attılar...

Yandaş basın yarattılar; TRT'yi parti kanalı haline getirip, "yetimin, yoksulun, emeklinin" elektrik faturasından kestikleri vergilerle TRT'ye topladıkları yandaşlara astronomik maaşlarını ödediler...

Havuzlu villalar yaptırdılar, çocuklarını zengin ettiler, gemicikler satın alıp, hastane zincirleri kurdular, mısır ithalatından, medya patronluğuna kadar her sektörde iş yapıp büyük paralar kazandılar...

Aç ve sefil bıraktıkları insanları, "sadaka kültürüne" alıştırdılar, kömür verip oy aldılar...

"Elhamdülillah"," Selamünaleyküm" fetişizmiyle " mütedeyyin insanları sömürdüler, Allah ile aldatıp, iktidarlarını baki kıldılar...

"AB" ve "Demokrasi" diye yola çıktılar, "satılmış" veya "saf" liberallerin desteğini de arkalarına alarak "Türkiye'yi demokratikleştirme, sivilleştirme" safsatası altında Arapçılık yaptılar...

Atatürk'e ve onun kurduğu çağdaş devrime saldırmak istediler, tepkiden çekindikleri için Atatürk'ün ve devrimin sembolu İsmet İnönü'ye saldırdılar...

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesini, "Anayasa değişikliği yaparak" değiştimek istediler. Hukuk devletinin yerine "parti devletinin" temellerini attılar...

Ele geçirdikleri belediyeleri kullanarak, Anadolu'da çağdaş yaşama, özgürlüklere darbe vurdular; "sanatın içine tükürüp", iiçki satışını yasaklayıp, ahlak polisliğine soyundular...

Çılgınca kadrolaştılar... cuma namazına gitmeyen memurlar hakkında soruşturma açıp, baş örtüsüne özgürlük" çığlıkları atarak kamuda işe alacakları kadınlarda "baş örtülü olma" zorunluluğu aradılar...

Erkeklerde şalvar, bol kesim, haki ya da yeşil kumaş pantolon ve badem bıyığa rağbet ettiler, karşı devrime uygun "tek tip" erkekler ve kadınlar yaratmak için uğraştılar...

Kendi ülkesinin aç, sefil ve perişan insanlarının sorunlarını çözmek yerine, Arap dünyasının sorunlarını çözmek için uğraştılar; Ramallah'ın kaderini, Artvin'in kaderin'den daha çok önemsediler..

Yetmedi, sizi "Anını da al git, artistlik yapma!..." diyerek azarladılar... Şehitlerinize "kelle", Bölücübaşına "Sayın" dediler...
.
İsrail'den Yahudi Cesaret Ödülü alıp, İsrail'le askeri, ekonomik ilişkilere girip daha sonra sizin aklınızla dalga geçercesine İsrail'e "One Minute" diye güya kafa tuttular...

Çaldılar,
Sattılar,
Soydular,
Estiler, gürlediler...

Haksızlık etmeyelim;

Kilometrelerce yol, yüzlerce, viyadük, alt geçit, üst geçit yaptılar!
Metrobus, Deniz otobusu gibi ulaşım araçları getirdiler!
İstanbul'un su sorunu çözdüler!
Alışveriş Merkezleri, TOKİ evleri inşa ettiler...
vb.....

Özetle:

Bu tablo, Türkiye Cumhuriyeti'nde yaşayan insanların yüzde 47'sinin fena halde kandırıldığının, aldatıldığının, kullanıldığının açık işaretidir.....

Ancak gelin görün ki, bu ülkede hala milyonlarca insan kandırılmaya, aldatılmaya, kullanılmaya açık bir şekilde, 8 yıldır kendisine ve ülkesine yapmadığı kötülüğü bırakmayan bir iktidara ve o iktidarın "mağdur" ve "mağrur" liderine sempati beslemeye devam etmektedir....

Bu durumun tek bir açıklaması vardır: O da birileri bu ülkedeki insanları AYAKTA UYUTMAK İÇİN müthiş bir formul bulmuş ve bu formulu kullanarak hazırladığı UYUŞTURUCULARLA koca bir ülkeyi tam 8 yıldır mışıl mışıl uyutmuştur....

Yeter artık.... UYAN BE HALKIM!...

Sinan Meydan

Fasizme Gidiyoruz

BİR süre önce Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can’la ilgili analiz yaparken, “Alman Anayasası’ndan çok, Weimer Anayasası’nın nasıl delindiği” konusunda uzman olabileceğini belirtmiştik.
Haklı çıktık...
Adamın şimdi tek uğraşı, öyle görünüyor ki Türk Anayasası’nı bir şekilde delik deşik etmek...
AKP’nin kapatılmasıyla ilgili davada hazırladığı raporda, Türk Anayasası’nın maddelerinden başka her şey vardı.
Şimdi yaptığı, bunun bin beteri...
“Anayasa Mahkemesi’nin kararını dinlemeyin” diyor. “Yok sayın” diyor.
İşin kötüsü AKP’nin Çankaya’ya çıkardığı ve her hareketinden Milli Görüş kokan cumhurbaşkanı da “Tartışılsın” diyor...
İkinci facia da bu...
Belirli bir zihniyetin Türkiye’yi nerelere sürüklemek üzere olduğunu hala anlamayanlar var...
Biz anlatalım...
Köln’deki eğitimini, Milli Görüş’ün merkezi Kerpen ile yurt arasında geçiren Osman Can’ın dayandığı görüş, “Hitler’i en kanlı diktatör haline getiren, Weimer Anayasası’nı rafa kaldırtan” görüştür.
Bu görüş, faşizmin temelidir...

ALMAN ANAYASASI’NA KONULAN HAK
“AKP’nin Feneri Böyle Söndü” ve “Polis Dosyası’nda Çifte Başbakan” isimli kitapları birlikte yazdığımız, bunun için de başımıza gelmedik iş kalmayan arkadaşım Vedat Ali Aydın uyardı.
Özellikle de, Alman Anayasası’nın direnme hakkı ve buna neden olan olaylarla ilgili...
Sevgili Vedat’ın da haklı uyarısı doğrultusunda konuya, Osman Can’ın neden böyle demiş olabileceğini araştırarak girelim dedik.
Ve üstte belirttiğimiz “temel”e ulaştık.
Sırayla gidelim...
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kazananların yönlendirmesiyle hazırlanan Alman Anayasası’na bir “direnme hakkı” konuldu.
Anayasanın 20/4 maddesi, “Bu anayasa düzenini ortadan kaldırmak isteyen herkese karşı, başka bir çözümün bulunmaması halinde, bütün Almanlar direniş hakkına sahiptir” der.
Atatürk’ün Türk gençliğine verdiği göreve benzer bu...
Bireyin, devleti yönetenlerin çılgınlığına karşı korunmasını da amaçlar...
Son bir korunma önlemidir ve hükümete ya da devletin bir birimine değil, Alman halkına verilmiştir.

ONLARA GÖRE ‘MİLLİ İRADE’ YANILMAZ
Verilmesinin nedeni de, Adolf Hitler’i kanlı bir diktatör yapan anayasa hukukçularının hocası sayılan Thomas Hobbes (1588- 1679) ve Jean Jacques Rousseu (1712- 1778) adlı iki “toplum sözleşmesici” filozofunun görüşlerinin doğurduğu korkunç sakıncaları önlemektir.
Hobbes ve Rousseu, milli irade dediğimiz genel iradenin yanılmaz- yanlış yapmaz olduğunu kabul eder.
Onlara göre, milli iradeye karşı bir direnme olamaz...
Milli irade, hukuka aykırı işlem yapıyor olamaz... Milli iradenin yaptığı her iş “peşinen” doğrudur.
Bu iki filozofu baz alan demokrasiler, demokrasi olmaktan çıkmış ve baskıcı rejimlere dönüşmüştür.
Dediğimiz gibi, o Hitler’i de Hitler yapan bu milli iradeydi...
Yanıltılmış milli irade...
Hukuk literatüründe bu tür demokrasilere de zaten, “Rousseu’cu Demokrasi” ya da “Hobbes’ci Demokrasi” adı verilir...
İşte Osman Can’ın savunduğu aynen budur.
O bir otorite istemektedir. Kendisini Köln’de okuttuğu belirtilen sistemden doğan bir otoritenin tam anlamıyla başa gelmesini istemektedir...
Bu oyun tehlikeli bir oyundur.
Anayasa Mahkemesi’nin kararını yok saymak, milli iradenin her şey olduğunu savunmak, demokrasi değildir...
Faşizmdir...

DİRENME HAKKI TÜRK GENÇLİĞİNİN
Buna karşı geliştirilen görüş ise, başta belirttiğimiz “Direnme Hakkı” kavramının yaratısıcı İngiliz Filozof John Lock’un (1632-1704) görüşüdür.
Locke, ‘’Two Treatises of Goverment’’ adlı eserinde, adil bir hükümetin, ‘’doğal hakları’’, ‘’Özgürlüğü’’ ve ‘’mülkiyeti’’ korumasıyla mümkün olabileceği tezini ortaya atar.
Lock’a göre, ‘’devlet, birey ile yaptığı toplum sözleşmesinde bu hakları ihlal ederse, bireyin bu sözleşme ile bağlı olmama- direnme’’Widerstand’’ hakkı vardır.’’
Hitler’in yarattığı vahşetten sonra Alman Anayasası’na bu hakkın konulması da boşuna değildir.
Türk Anayasası’nda bu hüküm olmadığına göre...
Yani, Anayasayı ve ileride cumhuriyeti, onun ilkelerini yok sayacak bir zihniyet hızla ilerlediğine göre, tek görev yine Atatürk’ün işaret ettiği kişilere düşüyor...
Neydi o;
“Ey Türk gençliği birinci vazifen, Türkiye cumhuriyetini...”

Ali Gülen
Odatv.com

3. Koprunun Rantini Yiyen Burokrat Kim?

İstanbul Boğazı’nda inşa edilmesi planlanan 3. köprü projesine ilişkin imar planı bugün yarın İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nde görüşülüp, karara bağlanacak.

Muhalefet uzun süre bu köprünün sır gibi saklanan güzergahını tartıştı, birilerine “rant” sağlandığını iddia etti. İktidar ise ısrarla güzergahın belirlenmediğini savundu. Nihai kararı Başbakan Erdoğan’ın vereceğinin açıklanmasında da bir sakınca görülmedi.

CHP İstanbul eski İl Başkanı Gürsel Tekin 1 yıl önce, Ankara’da Başbakan Erdoğan’ın bilgisiyle hazırlandığını öne sürdüğü bir güzergahı açıkladı. 3. köprünün Tarabya ile Beykoz arasında yapılacağını iddia eden Tekin, plandan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın haberi olmadığını da söyledi. Projeye göre, 3. köprü yolunun en batıda Silivri Kınalı’dan başladığını, Bahçeşehir üzerinden Sazlıdere Havzası, Kemerburgaz, Alibeyköy havzaları ile Fatih ve Belgrad ormanlarını içine aldığını belirten Tekin, “Büyükçekmece, Çatalca ve Hadımköy bölgelerinde birçok arazi kısa süre önce el değiştirdi. Bu araziler kimlerin? Nasıl kısa sürede el değiştirdi. Eğer 30 yıldır o bölgede arazileri olan varsa onlara saygı duyarız. Ama bir yıl içerisinde bu araziler el değiştirmişse çok önemli bir kuşkudur” dedi. Tekin, Sabiha Gökçen Havalimanı çevresindeki arazilerin de benzer şekilde el değiştirdiğini kaydetti.

3. köprü ile ilgili tartışmalar geçtiğimiz Nisan ayına kadar devam etti. Nihayet 25 Nisan’da Belediye Başkanı Kadir Topbaş’dan, “3. köprü güzergahı belirlendi” açıklaması geldi. Topbaş, güzergahın birlikte düzenleyecekleri basın toplantısında Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tarafından açıklanacağını söyledi.

İki gün sonra da Bakan Yıldırım beklenen açıklamayı yaptı. 3. köprünün Garipçe-Poyrazköy mevkiine inşa edileceğini bildiren Yıldırım, 6 milyar dolara mal olacak projenin 4–5 yıl içinde tamamlanmasının beklendiğini duyurdu. Bakan Yıldırım Mayıs ayı ortasında da köprü ile ilgili plan çalışmalarının başladığını, bu işlemlerin 2,5 ayda tamamlanacağını düşündüklerini belirterek, “Ondan sonra ihaleye çıkılacak. Bunun ilanları yapılacak. İhale değerlendirmeleri yapılacak. İhaleyi kazanan firmayla sözleşme yapılıp, iş başlayacak. Süreç başlamıştır. Ne kadar hızlı gideceği bu işlerin tamamlanmasına bağlı. Kamulaştırmalar var. Amacımız bu yıl içinde ihaleyi gerçekleştirmek” bilgisini verdi.

Şimdi iki soru sorup; haberimizin can damarına geçelim:

Arazi rantları yaşandı mı?
Buna bağlı olarak bir değil birden fazla güzergah değişikliği yapıldı mı?

BU BİR BANT KAYDIDIR
Yukarıdaki tartışma ve özellikle de tarihlere şunun için dikkat çektim. Çünkü daha köprü güzergahı belirlenmemiş, en azından açıklanmamışken, bu yılın Ocak ayı başında Ankara’da çok önemli bir kurumun başında olan bir bürokrat övünerek, şunları anlatıyordu:

“İstanbul’a 3. köprü yapılmaya yapılacak mutlaka… Hani 3. köprünün rantını kim yedi diye araştırılıyor ya kimse bilemiyor daha şeyini… Dedim ki şu 3. köprünün muhtemel geçtiği yerlerden alalım arazileri dedim. 1 milyon 200 bin metrekare oralardan arazi aldık…”

Öncelikle bu konuşmanın, kesinlikle bir “ortam veya telefon dinlemesi” olmadığını, söz konusu bürokratın, başında bulunduğu kurumun icraatları hakkında bilgi verdiği bir toplantıda geçtiğini vurgulayalım.

Peki, bu 1 milyon 200 bin metrekare arazi nasıl alınmış, bürokrat kendisine mi almış? Tabii ki hayır, başında bulunduğu kurum için almış. Almış da “Niye, nasıl almış, ne yapacakmış?” derseniz, işte orada işler karışıyor. Yine o bürokratın kendi anlatımından özetleyerek, izah edelim:

Efendim, o bürokratın başında bulunduğu kurumun İstanbul’da Kasımpaşa’dan, E-5’e kadarki bölümde arazileri varmış. Zamanında bu arazilere devlet binalar yaptırmış. Birileri de işgal etmiş. Öyle az-buz değil, tamı tamına 36 bin nizalı dosya… Hiçbir hükümetin bulamadığı çareyi ise kendisi bulmuş… Ve “Madem devlet bizim yerimizi işgal ettirdi, öyleyse bunun faturasını devlet ödeyecek. Bizim yerimiz ne kadarsa, aynı değerde bize boş olan yerlerden yer verecek. O işgal edilmiş yerleri de devlet alıp, vatandaşa satacak” demiş.

Ancak bu işgal edilmiş arazilerin çok önemli, tarihi bir özelliği var; “Kurumun bunları satması, en azından uzuca satması yasak”!..

Bu nasıl iş? Malın sahibi devlet kurumu satamaz, ama devlet satar… İyi de nasıl olacak? Yine bürokratımın ağzından aktaralım:

“Adam üzerine bina yapmış, öldü fiyatına almak istiyor. Bir de ifrazını yapacaksan falan bu işi çözmek mümkün değil. Ama devlet vatandaşa bedava bile arsa verir, doğru mu? Devlettir verir, satar!.. Emlak vergi beyan değeri bizimkinin değeri 100 liraysa, onların bize vereceği 50 liraysa, bize iki katı arazi verecek… Peygamber pazarlığı…”

Bürokratımız, “Peygamber pazarlığı”nın neticesi ve bu arazilere ilişkin projesini de şöyle anlatıyor:

“Dedim ki, şu İstanbul’a 3. köprü yapılmaya yapılacak mutlaka. Hani 3. köprünün rantını kim yedi diye araştırılıyor ya, kimse bilemiyor daha şeyini. Ondan sonra dedim ki, şu 3. köprünün muhtemel geçtiği yerlerden alalım arazileri. 1 milyon 200 bin metrekare oralardan arazi aldık. O arazilere şimdi yakında Selçuklu mahalleleri kuracağım, Osmanlı mahalleleri kuracağım. Yani Bir Safranbolu’yu orada göreceksiniz, bir Beypazarını orada göreceksiniz, bir Selçuklu mahallesini orada göreceksiniz… Ama evlerin içerisi çok lüks olacak. Deprem bölgesi ya o taraf, deprem de uzak zaten. Çok yüksek kira gelirleri elde edeceğim inşallah. Bu konuda yatırımcılara şimdiden duyurmuş oluyorum. Önümüzdeki senelerde Allah nasip ederse bu şeyleri devam ettireceğiz ve bu şekliyle de 1 milyon 200 metrekare o bölgelerden yer aldık. 36 bin tane nizalı dosyayı ortadan kaldırmak suretiyle değerlendirildi.”

ERDOĞAN’IN EKİBİNDEN
Bu büyük “yatırımcı” bürokratın “Peygamber pazarlığı” ile aldığı 1 milyon 200 bin metrekare arazi gerçekten 3. köprü güzergahında mıdır?.. Öyleyse bu güzergahtan nasıl haberi olmuştur?

Başka önemli sorular daha var…

“36 bin nizalı dosyayı ortadan kaldırma” gerekçesiyle, kurumun tarihi arazilerinin satışının önünün açılması kimlere yaramıştır?

Bu kararın, Anayasa Mahkemesi’nin önümüzdeki günlerce görüşeceği, azınlıklara mülk devri ve yeni mülkler satın alma imkanı getiren Vakıflar Kanunu ile bir ilgisi var mı?

Kurulması planlanan o mahalleler üzerinden birilerine yeni “rant” kapıları açılıyor mu?

Muhalefet partilerinin bu “Peygamber pazarlığı”nın peşine düşeceği inancıyla, o bürokrat hakkında bir-iki ipucu verelim:

Kendileri Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “belediye” ekibinden, Ankara’ya transfer oldu. Belediye dönemindeki bazı ihalelerde beraber yargılanmışlıkları da var…

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, kendisinden aynen RTÜK Başkanı Zahit Akman gibi hiç hazzetmiyor, ama görevden alınmasına da gücü yetmiyor!..

Eğer o bürokrat ortaya çıkmaz ise Odatv ismini açıklayacaktır.

Müyesser Yıldız
Odatv.com

Atilla Ilhan`i Anarken

ATTİLA İLHAN’I ANARKEN

‘BATININ DELİ GÖMLEĞİ’NDE TÜRKİYE!


Yeniden Merhaba!

İSRAİL ve ABD’nin Ankara Büyükelçiliklerinin hükümete aktif müdahalesiyle TRT’deki işimden edildiğimi biliyorsunuz…Bu bilgi, bana TRT üst yönetimi tarafından iletilmişti. Bugün, haftalık yazılara başlarken, nedense (!) bunu bir daha hatırlatma ihtiyacı duydum. Sınırlar Arasında programının Filistin Bir Bıçaktır, Kalbinize saplanır bölümünde anlattığım Gazze’ye bu hükümet tarafından yayın yasağı konulmuş son anda bir kısmı yayınlanmıştı. Muhammed ve Duvarlar bölümü de binbir güçlükle yayına girebilmişti. Sonra TRT kapılarına İsrailli yetkililer dayanmıştı! O gün bugün işsiziz. Üzerinden 2 yıl geçti..

Madem ambargoluyuz, sesimizi sitemizden duyuralım, sizlerle daha sık buluşalım istedik..Yurt içi kavuşmalar bitti, masa başına döndük. Bugün 15 haziran!

Bugün Attila ağabey, 85 yaşında…

Attila ağabey (İLHAN) , 85 yıl önce bugün doğmuştu. Son dakikaya kadar büyük bir disiplinle ve KENDİSİ İÇİN HİÇ BİR SEY İSTEMEDEN çalıştı! Üretti.. Büyük bir ışık huzmesi yarattı.. 2004’de TRT de 10 yıl boyunca yaptığı sohbetlere son verildi. 2005’de ölmeden 1 ay önce Cumhuriyetteki köşesinden ayrılmıştı. Kimbilir neden?

Bugün artık kitaplarında yaşıyor.. Kitapları bugün yazılmış gibi geleceğe yol gösteriyor.. 2004 -2005 köşe yazılarını Attila İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı internet sitesinden okuyabilirsiniz. Her biri bugün yazılmış gibi… Attila abi bu milletin yetiştirdiği, Atatürk’ü en iyi anlamış ve ANLATMIŞ düşünürlerden biridir.

Tek cümleyle Atatürk’ü şöyle özetlerdi: ‘Kemalizm, sürekli devrimciliktir!’ Pek (!) Atatürkçü geçinenler, ağzından Atatürk’ü bir an olsun düşürmeyenler bu görüşü ‘muhataralı’ (tartışılabilir) saymışlardır….

Şöyle diyordu: ‘Türk devriminin nihai amacı, hiç de yeni Tanzimatçı aydınların savunduğu gibi, Batıya katılmak, batının içinde kaybolmak değildir! Tam tersine, bu devrim, tarih felsefesini de, medeniyet anlayışını da, Batıya karşı, çağdaş, fakat ULUSAL MERKEZLİ olarak tasarlamış, geliştirmeye çalışmıştır. Bu bir!

Tarih ve medeniyetini çağdaş ama ulusal bir temel üzerine kurmayı tasarlamış Müdafaa-i Hukuk Doktrininin dış politikasını –hele hele—savunmasını, ‘yabancı’ üstelik batılı bir dış politika ve savunma algısı içinde ‘eritmeye kalkışması’ İMKAN HARİCİDİR! Bu da iki!’ (Ufkun Arkasını Görebilmek 1997)

Türkiye uzun bir zamandır, Mustafa Kemal’in ölümünden beri Batının kültür politikasını, ekonomik sultasını, savunma şemsiyesini üzerine DELİ GÖMLEĞİ giyer gibi giymiştir..

‘DELİ GÖMLEĞİ’ Attila ağabey’in duruma koyduğu teşhisdir. Şöyle demişti: ‘Türkiyenin kuruluş felsefesi ve ilkelerine ters düşen bir dış politika ve savunma ortaklığı içinde çırpındığı açıkça görülüyor. Aynen deli gömleği giydirilmiş, akıllı bir adamın, çırpınışı gibi!’.

Sistem ve ‘Eksen’!
Bu çırpınış 70 yıldır sürüyor. Türkiye, iki birbirine tamamen zıt politikayı uzlaştırabileceğini sanıyor. Bugün bazı yazar çizer esnafının, ‘Eksenden kaydık mı kaymadık mı’ gibi sığ tartışmalarına 97 de şu vevabı vermişti: ‘Türkiye, ulusal çıkarlarını savunmakla, Batıya yani SİSTEM’e ‘entegre’ olmayı uzlaştırabileceğini sandı! Sizce hem Washington’a bakıp ‘hizaya gelmek’, hem de Avrasya’da nüfuz sahibi, ‘BAĞIMSIZ bir güç olmak mümkün mü?’

Attila ağabeyin 85. doğum günü! Ondan ayrılalı 5 yıl oldu. Bugün hayatta olsa, gırtlağına kadar SİSTEM’e batanların ‘eksen’lerini irdelerdi..

‘Batının Deli Gömleği’ içinde çırpınan Türkiye özellikle bugünlerde değil ‘eksenden kaymak’, emperyalizmin Türkiye’yi konuşlandırdığı eksenin tam ortasındadır.

Sistemle pek içli dışlı yazar çizerler son tartışmalara gülüp geçiyor ve son gelişmeleri, şimdiye kadar , ‘tek eksende yapılan siyasetin birkaç eksen üzerinde geliştirildiği’ şeklinde yorumluyorlar..

Türkiye, bugün Küresel çetenin yol haritasında iz sürüyor. Dışişleri bakanı Davutoğlu’nun danışmanlığını yaptığını söyleyen CFR yetkilisi, CIA strateji uzmanı Stephen Larrabee, geçen hafta verdiği röportajda, ‘Erdoğan hükümeti, Ortadoğu’da büyük rol oynamak istiyor ve bunu beceriyor’ demiş. (Aydınlık dergisi 13 haziran 2010) Larrabee, bu hükümetin ‘Ortadoğu’daki rolünü kabul ettirmeyi’ başardığının da altını çizmiş.

Bu ROL, Arap dünyasında bir Erdoğan rüzgarı estirmeyi gerektiriyordu. Bu rüzgar Arap halklarının saçlarını dalgalandıracaktı. Kimdir bu Arap halkları. Suriyeli, Ürdünlü, Lübnanlılar. Büyük çoğunluğu Filistinlilerden oluşan ve İngiliz yapması sınırlarla birbirinden ayrılmış ülkelerde yaşayanlar.. Onların kalbinin yarısının Filistinde attığı biliniyor. Onlar açlık ve sefalet içinde en küçük bir esintiye hasret, yaratılan rüzgarlarla oyalanırken, Arap kralları, Şeyhleri, Amerikanın yüzyıllık Ortadoğu hayalleri için taşları yerine koymaya başlıyorlar.

Manşeti gördünüz:
‘Ortadoğu Birliği kuruldu!
‘ Türkiye- Suriye- Ürdün- Lübnan Türk Arap İşbirliği Forumu için toplandılar. Avrupa Birliğinin 1951 de temelinin atıldığı oluşuma benzer bir oluşuma imza attılar!’
(Hürriyet 11 haziran 2010)
Bu Türkiye’nin EKSEN’e tam olarak oturduğunun kanıtı.
Mehmet Akif şiirleri, ‘Türk Arapsız Yasayamaz!’ teranesi, ‘eksen’in kenar süsleri...
Zamanı geldi. Küresel çete ‘Ortadoğu Federasyonu’nu kuruyor.


Tek Dünya devleti ve Ortadoğu Federasyonu
Onlar bunu 2. Dünya savaşının bitiminde projelendirmişlerdi.Emperyalizm, el uzatmadık yer bırakmayacaktı.. Tek kutup olacak, tek dilli, tek kültürlü, tek bir merkezden yönetilen bir dünya devletini kotarılacaktı. Cengiz Özakıncı ABD’yi yöneten güçlerin 1946’dan beri ‘tek dünya devleti’ne giden yolda Ortadoğu Federasyonu’nunu dillendirdiklerini belgeliyor. (Türkiyenin Siyasi intiharı- Yeni Osmanlı Tuzağı)

‘…Bir Ortadoğu Federasyonu yalnızca SSCB’yi yıkmak için değil, aynı zamanda tek dünya devleti kurulması için de gerekliydi… William Bullitt 1946’da ortaya koyduğu stratejiyi anımsamak gerekiyor. Şöyle diyordu: ‘..… Avrupa federasyonu, Ortadoğu federasyonu, Asya Federasyonu vb gibi bölgesel birlik ve birleşmeler kurma yolu BM anayasasına aykırı değildir: Beklediğimiz tarihi an gelince (Rusya komünizmden uzaklaşınca), bu iğreti adım, yerini dünya Federasyonu girişimine bırakabilir. Ulusal egemenlik sorunları bütün insanlığın yaşamıyla ilgili bu büyük dava içinde erir gider. Dünya hükümetini kurmak ve onu en yeni ve gelişmiş silahlarla bir otorite konumuna getirmek baş davamız olur. Ulusların yazgısı, insanlığın hakları hep bu otoriteye bağlanır.’

Türkiye’de General Cafer Tayyar Eğilmez, bu görüşü, 1951 yılında seslendirmiştir. ‘NATO’nun Türkiye’ye verdiği görevin, Ortadoğu İslam Federasyonu’nu kurmak’ olduğunu şu sözlerle açıklamıştır: ‘NATO’ya alınmamızın asıl amacı Ortadoğu cephesinin kurulmasıdır..Bütün bir Türk ve İslam camiasının federasyon biçiminde birleştirilmesidir..’

Bu görüş, Türkiye NATO’ya girdiği günden beri tartışılan ve İsrail’den Avrupa Birliğine kadar geniş bir yelpazede dillendirilen bir görüştür.

2005 Yılında, aynı plan, Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırılmış ve başbakan Erdoğan bu oluşumun ‘eşbaşkanı’ olarak atanmıştır.

Küresel güçler , hedefe doğru yürürken çeşitli merhaleler saptamışlardır..
Önce Ortadoğu’daki ülkelerin yöneticileri Washington’a bağlanmışlardır.
Küresel şirketlerin örümcek ağları içinde kanları emilmiştir.
Açlık ve yoksulluk içinde kıvranan halklar, etnik ve dini kaosun içine atılmışlardır.
Ulus devletin modasının geçtiği ve federalizmin çağdaşlığı fikri işlenmiştir.
Ve son aşamada ‘yeniden Osmanlıcılık’devreye sokulmuştur.

Bugün izlediğimiz trajedi, ‘açılım’ edebiyatı, her gün verdiğimiz şehitler, Türk Arap forumları, Gazze’ye gönderilen gemiler, dünyayı sömüren çokuluslu şirketlerin hergün İstanbul Ankara arasında mekik dokuyuşları ve Pennsilvanya’dan verilen mesajlar , Cumhurbaşkanımızın Kayserileri Kalvinist * yapması (!) hep bu EKSEN’de değerlendirilmelidir..

Attila ağabeyi anarken sözün buralara gelmemesi imkansızdı. Attila İlhan, yaşamını, Türkiye’yi Türkiye yapanlar, ve onu tanınmaz hale getirenleri anlatmaya belgelemeye adamıştı. Türkiye’nin onlarca yıldır emperyalizmin rotasına oturtulmaya uğraşıldığını ama her seferinde hedefe ulaşılamadığını anlatırdı. Bunu Cumhuriyetin sağlam atılmış temellerine, ve bunu sonuna kadar sahiplenmiş millete bağlardı. Bu o kadar böyleydi ki Menderes, Demirel, Ecevit, Özal ABD ile hemhal olmuşken, bir anda genetik hafızalarından etkilenip Sistem’e ters adımlar atabilmişler ve sistem tarafından cezalandırılmışlardı. Türkiye’nin zorlu yolunu ve yolcularını ve ardındaki büyük oyunu en açık anlatan yazarlardan biriydi. ‘Bu ülkeyi hep aydınlar batırmış, halk kurtarmıştır!’ derdi.. Bir 15 Haziran’da daha onu anarken özellikle Batının Deli Gömleği ve Hangi Küreselleşme’yi bugünlerde okuyun derim. . İşin ekonomik , siyasi ve kültürel boyutunu mükemmel örneklerle ortaya koymuştur.

Teşekkür ederiz Attila ağabey, Ruhun Şad Olsun! Hakkını ancak senin kadar çok çalışarak ödeyebileceğiz.

*14 Haziran 2010 Hürriyet Gazetesi: Cumhurbaşkanı Gül, 4. Geleneksel Kayserililer Brunch’ında (kelimelerin birbiriyle ilişkisi müthiş!) : ‘ Kayserililer hayırseverlikte birbiriyle yarışıyor. Bu dünyanın ilgisini çekiyor. Kaysrililer Kalvinistler olarak tanınmaya başladı’ dedi.

John Calvin Papalığa muhalefet sonucu kurulan Protestan mezhebinin 2. büyük ismidir ve Fransız bir dinbilimcidir. . Avrupada reformist düşünceler yaymış,. Kapitalist zihniyetin babalarından biri olarak tanımlanmıştır.

Banu Avar
http://www.banuavar.com.tr/?pg=articles&id=42

11 Haziran 2010 Cuma

Korku imparatorluğunda Balbaylar!

Çok merak ediyorum; gelecekte, tarihçiler, siyasal ve sosyal bilimciler, bugün Türkiye’de yaşadığımız dönemi, nasıl anlatacaklar, nasıl yorumlayacaklar? Bu dönemin adı, “Duraklama devri”, “Çöküş devri”, “Fetret devri” mi olacak? Yoksa, “çöküşü” getiren “gaflet ve ihanet” dönemi mi?

Bugün yaşananlarda, öylesine, karmaşık, inanılmaz, “artık bu kadarı da olamaz” denecek olaylar ve şeyler var ki, biz bunları yaşamakta olanlar, içinden çıkamıyor, anlamakta güçlük çekiyoruz. Gelecek kuşaklar, nasıl anlayabilecekler!

Gelecek tarihçilerin, bu dönem Türkiyesi için ortaklaşa verecekleri isim, herhalde “Korku Devleti” veya “Korku İmparatorluğu” olacaktır! Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetinden sonra nasıl oldu da Türkiye bu hallere düşürüldü? Bu herhalde ayrı bır araştırma ve tartışma konusu olacaktır! Mesela, “Ergenekon” konusu ve mesela, “dinlemeler” rezaleti!

Dinleme rezaleti
“Rezalet” çünkü bu “teknik takipler”; telefon ve ortak dinlemeler, başka hiçbir ülkede olmadığı kadar, çığırından, kontrolden çıktı, adeta, “ahval-i adiyeden”, güncel hayatımızın parçası oldu! Kim, kimi, neden ve nasıl dinliyor; artık belli değil! Eğer. Savcılar Yargıçları, birileri Yargıtay’ı, Danıştay’ı, hatta Anayasa Mahkemesini dinletiyorlarsa ve hatta Genelkurmayın içi bile dinleniyorsa, gerisini ve ilerisini, siz düşünün!

George Orwell’in, ellili yıllarda yazdığı 1984 romanında. “Büyük Birader seni dinliyor” ihtarı vardı... 2000’lı yıllarda, hele şu son iki yılda, bu, ülkemizde ayyuka çıktı... Acaba “Büyük Birader” kim?

Düşünce polisi-İnternet polisi
Orwell’in romanında, “Düşünce Polisi” de vardı, insanların sadece konuştuklarını değil düşüncelerini de izleyen ve gizli ihbarcılardan (gizli tanıklardan) yararlanan teşkilat! “Düşünceler” henüz dinlenemiyor. Ama yazarların, medyanın hatta internetin daha etkili olarak kontrol edilmesinin işaretleri var... GOOGLE’a, vergi borcu bahanesiyle, yasaklar koymak da “Korku İmparatorluğunun” yeni bir tehdidi.

Yok mudur kurtaracak?
Bu rezalete kim-kimler son verecek? Ülkemizi Korku İmparatorluğu olmak dehşetinden, kim kurtaracak? “Yargı” diyeceksiniz! Onlar bile,dinleniyor! “Yasama” parlamento diyeceksiniz; onlar ülkenin en önemli kararları alınırken, “uyurgezer” durumda! “Yürütme-İktidar” diyeceksiniz...

En başında ve sonunda, bu “İmparatorluğu” yıkmak ve ülkemizi, bu ayıptan kurtarmak ve huzura kavuşturmak, asıl Cumhurbaşkanının, Başbakanın görevi! Bu görevi yapmazlarsa, tarih önünde hesap veremezler!

...Bu “ölümcül” dehşet verici konu, aslında, şimdi ortada dolaşan, dolaştırılanlardan, İslâm Âleminin “kahramanı” olmaktan çok daha önemli, Ülkede her şey Başbakana göre “güllük gülistanlık”. Ama bu ülke bir “Korku İmparatorluğuna” dönüşmüşse, ne yazar!

Ergenekon kapsamı
Bu “İmparatorluğun” en önde gelen parçası! “Ergenekon Kapsamı”... Bu “kapsamda”, insanlar gizli tanıklar ve “dinlemelerle” suçlanıyor ve aylarca, yıllarca hapishanelerde çürütülüyorlar!
Medya olarak, bize en yakın örnek, sevgili Mustafa Balbay... Ve “içerdeki” diğer meslektaşlarımız... Balbay, nerdeyse 500 gündür içerde. Ve isyan ediyor... Mahkeme Heyetine seslenerek; “Burada Yassıada’dan, 12 Mart 1971’den daha geri bir yargılama yapılıyor. Biz adalet istiyoruz” diyor. Onun, onların seslerini kim duyacak?

Yassıada’da yatmış, yargılanmış bir kişi olarak, sevgili kardeşim Balbay’a hak veriyorum ... “Artık ders alınır, böyle şeyler, bir daha yaşanmaz” diyordum... Yanılmışım...

Altemur KILIÇ

İsrail - PKK İşbirliği (Komployu Gördüm)

KUZEY Irak’ta Amerikan neocon’larının tasarımladığı bağımsız Kürt devleti kurulması projesinin İsrail tarafından da gönülden desteklendiği çok anlatıldı.

Özellikle Barzani’nin aşiretinin Yahudi olması nedeniyle İsrail’in Kürt devleti projesinin aynı zamanda bir din projesi de olduğu uzun zamandır söyleniyordu.

Washington DC’de oluşturulan bu büyük projede, kıyamete inanan Evanjelik yanlarıyla neo-con’lar ve yine kıyamete inanan fanatik Yahudiler bir araya gelmiş, olağanüstü tehlikeli iş yapıyorlar. Bölgemizde yine kıyamete inanan İran faktörünün bulunması nedeniyle bu proje uygulanabilmesi açısından elverişli ortam buluyor. (Dün İran askerlerinin Kuzey Irak’a girmelerini bir de bu gözle değerlendirin.)

Türkiye acımasızca dünyanın sonu için oyunlar oynayan güçlerin ortasında bölgedeki tek rasyonel güç oldu. (Başbakan dün çılgınca bir şey yapmayarak çıldırmış tarafları şimdilik sakinleştirdi.)

Bundan sonra Ortadoğu’da barış ortamının gelmesini Türkiye koordine edecek, bunun başka alternatifi yok; çünkü etkin güçler dini fanatizmin pençesine düşmüşler, kıyamete doğru koşuyorlar.

Yardım gemimizin vurulmasından kısa süre önce İskenderun’da askeri tesislerin PKK tarafından vurulması, İsrail-PKK işbirliği komplo teorilerinin yeniden güçlü bir şekilde ortaya çıkmasına neden oldu.

İnsanın kendi sonunun geleceğini anlatsa bile her komplo teorisi zevklidir ve çok rağbet görür. Ben bugün komplo diye anlatılan olayların yarın tarih bilgisi diye anlatılabildiğini bildiğimden komplo teorilerini bir noktaya kadar ciddiye alırım.

İsrail-PKK işbirliği ve Kuzey Irak’ta bir Yahudi devleti kurulduğu teorisini, biraz sonra anlatacağım olay nedeniyle daha da ciddiye almaya başladım.

Bu anlatacağım olay, noktasına virgülüne kadar doğru. Ben Türkiye’ye komplo hazırlandığını gözlerimle gördüm.

Olay ABD’nin başkenti Washington’da geçiyor.

O dönemde çalıştığım gazetenin Washington temsilcisiydim.

11 Eylül’den çok önce olduğundan, o zamanlar biz gazetecilerin Washington’da Pentagon, Dışişleri Bakanlığı gibi kurumlara girebilmemiz son derece kolaydı. Oralarda çalışan personel gibi kartımızı okutup giriveriyorduk içeriye.

Türkiye’ye karşı komplonun hazırlanışını gördüğüm gün, Pentagon’da istihbaratçı olarak çalışan kişiyle randevum vardı.

İlk önce odasına gittim. Oda arkadaşı, “Bir grup misafiri vardı, aşağı katta kafeteryanın yanında bir odaya gittiler” dedi.

Ben de aşağıya indim.

O günlerde özellikle istihbarat konularında Amerikan devleti içinde Türkiye’ye bakan hemen hemen tüm personel Yahudi’ydi. ABD göçmen ülkesi olduğundan hepsi de Amerika’nın çıkarlarının yanı sıra İsrail’in de çıkarlarını koruduklarını açıkça söylerlerdi.

Pentagon’da görmeye gittiğim kişi de fanatik bir Yahudi’ydi. Boş zamanlarında Pentagon yakınlarındaki mezarlıktaki taşlar üzerindeki isimleri, Yahudi geçmişi açısından incelerdi. Bir defasında beni de götürdü mezarlığa ve bir yaşlı kadın, ikimizi mezarlara karşı saygısızlıkla ve günah işlemekle suçladı.

Neyse Pentagon’da o gün kahvemi aldım, bulundukları odanın kapısını bir tıklatıp içeriye dalıverdim.

Şimdi sıkı durun. Manzara şuydu:

İstihbaratçı masaya oturmuş ve önüne bir harita açmıştı.

Haritada Türkiye ve Kuzey Irak görülüyordu. Unutmayın, Irak savaşının
başlamasından 20 yıl öncesini anlatıyorum.

Adam etrafındakilere, Kuzey Irak’a çizdiği bölgede sınırlarının bir bölümü Türkiye’nin güneydoğusuna da taşan yeni bir ülkeyi anlatıyordu.

Masada onu dinleyenler, Barzani’nin Washington temsilcisi (adını hatırlamıyorum), Talabani’nin temsilcisi Behram Salih ve PKK Washington temsilcisiydi.

Bugünlerin kaderi o günlerde, Pentagon’un ikinci katında bir odada öyle çizildi.

Ben ne zaman komplo teorisine uyan bir gelişme duysam (yardım gemisine baskın, İskenderun’da askerimize saldırı ve İran’ın Kuzey Irak’a girişi gibi) o günler aklıma gelir ve her defasında da çok korkarım.

Dün Başbakan konuşmadan önce de çok korktum, umarım çılgınlığa o uymaz diye dua ettim. Son gelişmeler de gösterdi ki, Türkiye üzerinde çok büyük oyunlar oynanıyor.

Sakin olursak, oyunun büyüklüğüne uygun ciddiyeti ve rasyonelliği gösterirsek Türkiye bu acımasız oyundan başarıyla çıkacak.

Serdar Turgut

Türkiye'nin Üçte Biri Maden İçin Tahsis Edildi

CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu, Maden Yasasının görüşüldüğü önceki gün Mecliste yaptığı basın toplantısında AKP’nin maden politikasıyla Türkiye’nin üçte birinin yandaş ve yabancı madencilere tahsis edildiğini öne sürdü.

Kulkuloğlu, AKP’nin dört yılda 43 bin 500 maden ruhsatı verdiğini söyledi.

CHP Kayseri Milletvekili Şevki Kulkuloğlu, AKP’yi yandaşlarına ve yabancılara maden sahalarını açmakla suçlayarak,

“Türkiye’nin izdüşümü 780.917 km2 olan yüzölçümün 282.898 km2 yani 3’de 1’i bu yolla tahsis edilmiştir. 350 maden şirketi bulunan yabancılara ise yaklaşık 30.000 km2 verilmiştir. Türkiye’nin 1/7’sindeki yeraltı zenginliklerimiz, yabancıların ticari kullanıma tahsis edilmiş durumundadır” dedi.

1923-2004 ARASI 1500, AKP DÖNEMİNDE 43 BİN 500 RUHSAT VERİLDİ!
AKP’nin 26 Mayıs 2004’te çıkardığı kanunla madenlerin talan edilmesine yol açtığını savunan Kulkuloğlu, CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne başvurusuyla 2009 yılında kanunun yürürlüğünün durdurulduğunu hatırlatan Kulkuloğlu,

“AKP’nin yaptığı düzenlemeyi fırsat bilerek başta yabancılar ve yabancılara ortaklıklar oluşturan yandaşları olmak üzere yandaş, kârdaş, yoldaş, sırdaş tüm taraf ve etrafı madencilik sahasına girmiştir. AKP, kendine hizmet edenlere ve kendi ile beraber hareket edenlere zenginlik ve refah kapısı olarak, yeni kanuni düzenlemeyi kullanmıştır.

1923-2004 yılları arası verilmiş ve yaşayan yaklaşık 1500 ruhsat varken, Mayıs 2004’te kanun çıkıp yürürlüğe girer girmez, çoğunluğu yandaşlarına olmak üzere 43 bin 500 ruhsatı 4 yıla sığdırmıştır” iddiasında bulundu.

İSTANBUL’UN YÜZDE 54’Ü TAHSİS EDİLMİŞ!
Kulkuloğlu, Türkiye haritası üzerinden göstererek anlattığı iddialarını şu sözlerle sürdürdü:

“Türkiye’nin izdüşümü 780.917 km2 olan yüzölçümün 282.898 km2 yani 3’de 1’i bu yolla tahsis edilmiştir.

Bu yolla Ankara’nın yüzde 38’i, İstanbul’un yüzde 54’ü, İzmir’in yüzde 41’i, Aydın’ın yüzde 59’u, Balıkesir’in yüzde 66’sı, Bilecik’in yüzde 64’ü, Burdur’un yüzde 62’si, Bursa’nın yüzde 42’si, Çanakkale’nin yüzde 57’si, Erzincan’ın yüzde 55’i, Eskişehir’in yüzde 52’si, Kayseri’nin yüzde 45’i, Kütahya’nın yüzde 81’i, Sivas’ın yüzde 54’ü, Yalova’nın yüzde 55’i kapatılmıştır.

20 ilde yüzde 50’den fazla, 17 ilde yüzde 40-50 arası alan kapatılmıştır. Aynı gün içerisinde yan yana koordinatlarla ruhsatlar verilerek ve bu yolla kanuni sınırların dışına çıkılarak, adeta yandaşlarına özel havzalar yaratılmış, yabancılara havzalar kapatılmıştır.”

Kulkuloğlu’nun basın açıklaması videosunu izlemek için tıklayın:
http://video.cnnturk.com/2010/haber/6/9/ak-parti-yandaslarina-madenleri-dagitti

Genelkurmay Koridorlarında Dolaşan İsrail'li Subaylar

Bir karikatür görmüştüm İsrailli çocukla Filistinli çocuk konuşuyor. İsrailli çocuk

“Benim babam senin baban için şeytan diyor”.

Filistinli çocuk cevap veriyor.

“Benim babam öyle söylemiyor çünkü senin baban benim babamı öldürdü”

IHH İnsani Yardım Derneği ve Yardım gönüllüleri deniz filolarının başaramayacağı bir değişime imza attı. 30’un üzerinde Uluslararası yardım dernekleri ile ortak hareket ederek gizli resmin ortaya çıkmasını sağladı.

Yaser Arafat’ın yıllarca yapamadığı İsrail’e geri adım attırma ve tecrit etme poltikasının sivil toplum örgütleri ile başarılması anlamlı idi.

Hamas’ın terör olaylarına karışmaması ve İsrail’in Sayın “Başbakan’ın veciz ifadesi ile” devlet terörü uygulaması dünyada “İyi-kötü” dengesinde iyilerin lehine ağır basmaya başladığını görüyoruz.

ABD bile görülmemiş bir şekilde İsraili yalnız bırakmak zorunda kaldı. Çünkü İsrail akıl almaz ve vahim bir hata yaptı, sivillere ve korumasız, savunmasız insanlara uluslararası hukuku hiçe sayarak ateş açtı.

Şu an İsraillilerin Dünya kamu oyu tepkisi karşısında şaşırmaları ve öfkelenmeleri psikololojik savaşta üstünlüğün el değiştirmesi anlamına geldiğini bilelim.

Sığ düşünceli orgeneral
İsrail’in yaptığı askeri operasyona karşı “İsrail vuruyorsa biz de vuracağız” diyen diplomatik yaptırımları göz ardı eden emekli orgeneral Necati Özgen herkesi şaşırttı.

Sanki Türk subayının kafasına kuzey Irak ta çuval geçirildiğinde susan kendisi değildi. “Bir milyon ordumuz var misilleme yapılmalıdır diyen” emekli generalimiz 1991’de Kuzey Irakla ilgili bir planının bile olmadığını unutmuşa benziyordu.

O tarihlerde Güneydoğu’da görevli Sayın General İsrail’e karşı hiç harp oyunu bile yapmadığını söylemiyordu. Kuzey Irak’la ilgili planı olmayan Genelkurmayımızın Başkanı Necip Torumtay 1991’de istifa etmek zorunda kalmıştı.

İsraile karşı plan semineri bile yapmamış ordumuz nasıl başarılı misilleme yapabilir ki?

Fatih Altaylı’nın programında Arap kökenli gazetecinin Sayın Özgen’in 22 Arap ülkesi neden birleşemiyor sorusuna verdiği cevap çok ilginçti.

“Arap devletleri devlet olamadılar çünkü halkları ile uğraşıyorlar”

demişti.

Sayın Özgen’den inci şuydu

“Bizi örnek alın biz laikiz siz değilsiniz... Osmanlı gibi bakamayız çünkü biz laikiz” sığ cevabı.

Aslında Arap ülkelerinin çoğu laikti ama demokrat değildi, bunu göremiyen bir kurmayda ancak realite körlüğü veya ideolojik körlük olabilir.

Sadece sloganik ve ideolojik düşünen; stratejik ve kavramsal düşünmeyen kurmaylarla iyi ki savaşa girmiyoruz.

Genelkurmay koridorlarında özgürce dolaşan İsrailli subaylar resmi antlaşmalara dayanarak dolaşmaktadırlar. “İsrail dostu Çevik Bir imzalı aşağıdaki anlaşmalar varken İsrail’e nasıl misilleme yapılacak sayın generalim?” demeliyiz.

* 23 Şubat 1996 tarihinde Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşmasını,
* 14 Mart 1996 tarihinde Serbest Ticaret Anlaşmasını,
* 26 Ağustos 1996 tarihinde Savunma Sanayii İşbirliği Anlaşmasını yapmıştır.

Türk-İsrail Askerî Eğitim ve İşbirliği Anlaşması gereğince İsrail'e;

* · Askeri eğitim alanında karşılıklı bilgi ve deneyimlerin değişimi,
* · Askeri akademiler ve karargahlar arası karşılıklı ziyaretlerin yapılması,
* · Savaş gemilerinin karşılıklı ziyaretler yapması,
* · Askeri, sosyal ve kültürel alanlarda bilgi ve personel değişimi ile askeri tarih, müze ve arşiv konularında işbirliği,
* · Ortak eğitim yapılması
* · İki ülke istihbarat birimlerinin işbirliği yapması,
* · İsrail ve Türk donanmalarının Akdeniz`de ortak tatbikat düzenlemeleri,
* · İsrail uçaklarının eğitim amaçlı olarak Türk hava sahasını kullanması.

Anlaşmanın içeriği vakit geçirilmeden icraata sokulmuş ve;

* · Nisan 1996 sekiz adet İsrail F-16 Uçağı Konya Semalarında Eğitim uçuşu yaptı. Bu tarihten itibaren eğitime ilave olarak her yıl Türk-ABD-İsrail uçaklarının katıldığı birleşik hava tatbikatları yapılmıştır.
* · Haziran 1996'da 12 Türk Savaş uçağı İsrail'e gitmiştir.
* · Ocak 1998'de Akdeniz’de, Türk-İsrail Savaş Gemileri Birleşik Tatbikat Yapmıştır. Sonuncusu 22 Ağustos 2008 tarihinde tamamlanan Türkiye-ABD-İsrail gemi ve uçaklarının katıldığı birleşik deniz tatbikatları, Doğu Akdeniz'de her yıl tekrar edilmiştir.

Savunma Sanayii İşbirliği Anlaşması Gereğince de;

* · 1996 yılında 632 milyon dolarlık, 54 adet F-4 uçağının Fantom-2000 standartında moderdizasyonu, (Şubat 2000'de teslim edilen 17'sinin 15'i arızalı çıkmıştır.)
* · 29 Mart 2002'de 700 milyon dolar bedelli 170 adet M60 Tank Modernizasyonu, (Teslimat Ekim 2009'da tamamlanacak)
* · 57 milyon dolar, 300 adet Helikopter Modernizasyonu
* · 19 Nisan 2005 İnsansız Hava Aracı Sistemi alımı

İhaleleri İsrail firmalarına verilmiştir.” Kaynak www.adnantanriverdi.com”

İsrail açığa düştü
İsrail’in evrensel taktiği birilerine suç işletip terörist olarak damgalayıp onları katletme yöntemi bu defa tutmadı. Çünkü Hamas bu oyuna gelmedi, çünkü İHH yardım gönüllüleri başta Sayın Bülent Yıldırım Gandi gibi davrandılar.

Olağanüstü bir sivil itaatsizlik başarısına imza attılar. Silahla karşılık vermediler. Böylece İsrailli askerler açığa düştüler. Silahsız insanlardan bile korkan İsrail paranoyasının çılgınlığı deşifre oldu.

Bu tarihten sonra en etkili yaptırım İsrail’i dünyada yalnızlaştırma faaliyetleridir. Şahsiyetli dış politikalar, mazlumlarının hukukunu korumak için cesur diplomatik çaba ve yaptırım gayretleri askeri seçeneklerden daha güçlüdür.

Çünkü savaşların onda biri silahla onda dokuzu akılla kazanılır. Özgür Filistin için ablukanın kalkması İsrail’in imajının iflası anlamına gelir. Başarı olarak bu yeter.

Evlad-ı Fatihan şehitlerimize Allah rahmet eylesin.

Kimse sığ ve sloganik düşünen emekli orgeneralleri de ciddiye almasın.

Nevzat Tarhan

İmparatorluk ve Yalanlar

Nükleer silahların kullanılması olasılığı olan İran ve Kore ile ilgili iki makale yazmak durumunda kaldım. Ayrıca önceki yazımda Kore'deki sorunun eğer Çin Halk Cumhuriyeti etkin şekilde müdahil olsaydı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyindeki veto hakkını ABD karşısında kullansaydı bertaraf edilebileceğini yazdım.

Diğer konu başlığı ise kontrolden çıkmış görünen fanatik İsrail Devletine bağlı etkenler tarafından belirlenmekte. İsrail şu anki nükleer güce sahip konumuna ABD'nin desteğiyle gelmiştir, artık hiçbir denetimi kabul etmez bir durumdadır.

1953 yılı Haziran ayında kendi ve müttefiki İngiltere'nin lehine İran'a müdahale eden ABD, gerçekleştirdiği darbe sonucunda İran'da iktidara Muhammed Rıza Pehlevi'yi getirmişti. O dönemlerde İsrail henüz komşuları Filistin, Ürdün ve Suriye'nin topraklarını işgal etmemiş olan küçük bir devletti.

Bugün yüzlece nükleer başlığa sahip füzesi bulunan, ABD tarafından desteklenen modern savaş uçaklarına sahip bir ordusu olan İsrail, bölgedeki Arap olsun olmasın tüm ülkeleri tehdit eder konumdadır.

Geçtiğimiz Pazar günü uyuşturucuyla ilgili yazdığım makale kaleme alındığında henüz işgal altına alınmış topraklarından geriye kalan ufak bir bölgede abluka altında olan Filistinlilere insani yardım, gıda vb malzeme taşıyan filo saldırıya uğramamıştı.

Abluka altındaki Filistin halkı zamanlarının çoğunu sadece hayatta kalabilmek için uğraşarak harcamak durumunda. Yiyecek bulmak, ailelerine yardım etmek ve çalışmak. Dünyada neler olup bittiğiyle ilgili düşünecek zamanları bulunmuyor.

Bu onurlu halk, diğer ulusların onları bu koşullara mahkum eden sorunları çözmek için harekete geçeceğine güveniyor. Hala sevinip gülebiliyorlar. Böylelikle insanoğlunu tehdit eden bencilliği aşıp sevinmeyi hatırlatıyorlar.

Kuzey Kore tarafından batırıldığı iddia edilen Güney Kore korvetinin durumu hala esrar perdesi altında. Son teknoloji ürünü olan bu gemi geniş sonar sistemine ve su altı akustik dinleme kabiliyetine sahip. Gemi kendi karasularının oldukça uzağında battığında 40 Güney Koreli denizci hayatını kaybetti ve çok sayıda asker yaralandı.

Sorun benim için çok karmaşıktı. Bir tarafta bir hükümetin her ne koşullarda olursa olsun başka bir ülkenin gemisinin batırılması emrini vermesinin bir açıklaması yoktu. Diğer taraftan ise Kim Jong Il'in bu emri verdiğine inanmıyordum.

Sonuca varmak için gereken bilgilere sahip değildim.

Ancak emin olduğum bir şey vardı; o da Çin Halk Cumhuriyetinin Kuzey Kore'ye karşı alınan ambargo kararını veto edebileceğiydi. Ne var ki, ABD'nin dizginlerinden boşanmış İsrail Devletinin nükleer silah kullanmasını engelleyemeyeceğinden emindim.

1 Haziran gecesi olaylar üzerindeki sır perdesi kalkmaya başladı.

Gece 22:30 sularında Venezuela Televizyonunda "Dosya" adındaki programı yapan araştırmacı gazeteci Walter Martinez'i dinledim.

Gelişmeleri değerlendiren gazeteci, yaptığı yorumda ABD'nin her iki Kore yönetiminin birbiri hakkında halihazırdaki düşünme sistematiğini yerleştirmeye uğraştığını ve bununla da halkının istekleri doğrultusunda Japonya'daki Okinawa Üssünü kapatmak isteyen Japon hükümetine karşı adım atarak üssün devamlılığını sağlamaya çalıştığını belirtti.

Başta olan Japon hükümeti genel seçimlerde, 65 yıldır ABD tarafından işgal edilen askeri üslerin boşaltılacağını vaat ederek halktan büyük destek kazanmıştı. ABD askeri üsleri bu zengin ve gelişmiş ülkenin bağrında birer hançer gibi duruyor.

Olan olaylara dair şaşırtıcı ayrıntılar Global Research'de yayınlanan Washington'lu araştırmacı gazeteci Wayne Madsen'in makalesinde yeraldı.

Gazetecinin bilgi aldığı kaynaklara dayandırdığı yazısında şu ifadeler yeralıyor:

"Kaynaklara göre Mart ayında Güney Kore denizaltı avcısı Cheonan adlı korvete yapılan saldırı, Kuzey Kore tarafından yapıldığı süsü verilen bir saldırıydı."

"Saldırının bir amacı Kore Yarımadasında gerilimi artırarak Japon Başbakanı Yukio Hatoyama'yı Okinawa'daki ABD askeri üssünü kapatma girişimlerinden vazgeçirmekti. Hatoyama yaptığı açıklamada Okinawa üssünün kalması kararının alınmasında Cheonan olayının büyük rol oynadığını ifade etmiştir. Hatoyama'nın aldığı karar (Vaşington'da sevinç yaratan bir gelişme olan) iktidardaki merkez-sol koalisyon hükümetinde ayrılık yaratmış, Sosyal Demokrat Parti lideri Mizuho Fukushima koalisyondan ayrılabileceklerini hissettirmiştir."

"Cheonan, Baengnyeong Adası açıklarında batırılmıştır. Burası Güney Kore kıyılarının çok uzağında ve hemen Kuzey kore sahilleri karşısındadır. Ada üst düzeyde silahlandırılmış, stratejik bir konumda ve Kuzey Kore topraklarının topçu menzili içindedir."

"Son teknoloji sonara sahip olan Cheonan, olağanüstü hassas su altı dinleme teçhizatıyla donatılmıştı. Bölgede benzer kabiliyetli hiçbir Güney kore gemisi bulunmamaktadır. Adayla anakara arasındaki boğazda denizcilik yapılmadığı için olay sırasında denizde hiçbir etkinlik yoktu. "

"Ne var ki, Baengnyeong Adasında ABD-Güney Kore ortak istihbarat merkezi bulunmakta ve ABD Deniz Kuvvetleri özel harekat birlikleri üste konuşlanmaktadır. Buna ek olarak batırılma olayı yaşandığında bölgede dört ABD savaş gemisi ortak tatbikatlar gereğince yeralmaktaydı."

"Gemiyi batıran torpidonun metal aksamında yapılan araştırma sonucu metalin Alman yapımı olduğu anlaşılmıştır. ABD Deniz Kuvvetleri Özel Harekat birliklerinin benzer olaylarda şüpheleri başkalarının üzerine atmak için bu tür numunelere sahip olduğu ve bunları kullandığı sanılmaktadır. Ayrıca Berlin yönetimi Kuzey Kore'ye torpido satmamakta, tersine İsrail ile denizaltı silah teknolojisi alanında yoğun işbirliği yapmaktadır."

"Olay sırasında ABD savaş gemisi Salvor'un ada yakınlarında olması da şüpheleri artıran bir gerçektir."

"Sivil bir gemi kurtarma gemisi olan Salvor, 2006 yılında Tayland Deniz Kuvvetleri tarafından gerçekleştirilen mayın yerleştirme operasyonlarında yer almış ve 12 dalgıcın hayatına mal olan patlama sırasında olayların orta yerindeydi."

"Çin yönetimi, olayın hemen ardından Pyongyang'dan Beijing'e trenle alelacele gelen Kuzey Kore lideri Kim Jong Il' ile görüşerek Kuzey Kore'nin masum olduğuna inandığından, batırılma olayında ABD Deniz Kuvvetlerine ait Salvor'un suçlu olduğuna dair bazı şüphelerini dile getirmiştir:"

"1.Salvor, deniz tabanına mayın yerleştime operasyonu gerçekleştirmekteydi, yani olayın olduğu bölgede deniz dibine yatay yönde ateşlenen denizaltı karşıtı mayınlar yerleştiriyordu."

"2.Salvor halihazırda deniz dibinde olan mayınların kontrol ve bakımını yapıyor ve elektronik olarak ateşlenebilecek konuma getiriyordu."

"3.ABD Deniz Kuvvetleri Özel Harekat birliğine bağlı bir denizci Cheonan'a manyetik bir mayın bağlamış, bu sayede Güney Kore, Japınya ve Çin'deki kamuoyu yanıltılmak istenmiştir."

"Kore Yarımadasındaki olaylar Beijing ve Seul'da resmi ziyaret için bulunan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın temasları sırasında tüm diğer gündemleri ikinci plana itmiştir."

Böylece inanılmaz kolay bir şekilde ABD önemli bir sorunu çözmüştür; Yukio Hatoyama önderliğindeki ulusla birlik hükümeti düşürülmüş ancak oldukça büyük bir bedel ödenmiştir:

1- Müttefik Güney Kore derinden yaralanmıştır.

2- Kim Jong Il yönetiminin olağanüstü gündemler karşısında ne kadar hızlı ve başarılı müdahil olduğu görülmüştür.

3- Çin Halk Cumhuriyetinin önemi ve gücü bir kez daha ortaya çıkmıştır; Çin devlet başkanı gönderdiği özel temsilcilerle Japon İmparatoru Akihito, Japon başbakanı ve önemli Japon liderlerle doğrudan görüşmüş ve doğrudan insiyatif almıştır.

Dünya liderleri ve dünya kamuoyu artık ABD'nin güttüğü erdemsiz ve ahlaksız emperyalist siyasete dair kanıtlara sahiptir.

Fidel Castro
(3 Haziran 2010)

8 Haziran 2010 Salı

Nihat Genc ile Veryansin (04.06.2010)

Recep Bey Niye Boyle Konusuyor?

Türkiye; tarihi bilmeyen, demokrasi kavramından uzak bir aşiret ve cemaat zihniyetiyle yönetiliyor.

Öncelikle, Recep Bey'in takıntısı gibi görünen Filistin konusuna göz atalım. Tanıyan arkadaşlarım bilirler, 2004 yılında Filistin'deki uluslararası güçte görev yaptım, bu dönemde ölmeden önce 2 defa görüştüğüm Arafat'ın İsrail tarafından öldürülüşüne, sonrasında Gazze'de Hamas liderleri şeyh Yasin ve Rantisi'nin Filistinlilerin para karşılığı yaptıkları yardımla İsrail tarafından öldürülüşüne tanık oldum ve o karmaşa içerisinde düzen sağlamaya çalıştım. Dolayısıyla değerlendirmelerim o havayı yaşayan birine aittir. Televizyonlarda, TBMM'de, grup toplantılarında, basın - yayın organlarında olayları yerinde yaşamadan ahkam kesenlerden farklı düşünüyor olabilirim.

Filistin devletinin kurulmasını dünyada isteyen (Filistinliler dahil) tek ülke var mı ? Bunun için ilk olarak Filistin'in çevresindeki Arap ülkelerine bakalım. Önce Ürdün'e ele alalım. Ürdün'le Filistin'in sınırını Ürdün nehri oluşturur. Bu nehrin batı tarafı (yani Batı Şeria) Filistin'e aittir. Amman dışındaki tüm Ürdün şehirleri ise bu nehrin doğusu (yani Doğu Şeria)'ndadır. Ürdün nehrinin doğusundaki şehirlerde yaşayanların hepsi Filistinlidir. Bugün Filistin devleti kurulsa, Ürdün nehrinin doğusundaki tüm şehirler Filistin’e katılır, dolayısıyla Ürdün tarihe gömülür. Ürdün diye bir suni devlet kalmaz. Bu nedenle Ürdün, Filistin devletinin kurulmasını kesinlikle istemez. Nitekim İsrail'le yaptığı anlaşmalar bu yöndedir.

Gelelim Suriye'ye. Suriye halen Golan tepelerinde İsrail'le savaş halindedir. Golan tepelerini gören arkadaşlar bilirler. İsrail'in ve Filistin'in tek su kaynağı burasıdır. Ortadoğu çölünde cennet gibi bir vaha olan Golan tepelerindeki su kaynakları, bu tepenin hemen güneyindeki Galile gölüne toplanır ve bu su uygun kanal ve borular vasıtasıyla 350 km. güneydeki Akabe körfezine kadar olan tüm İsrail ve Filistin yerleşim yerlerine götürülür. Golan İsrail devleti ve Filistin için hayatidir. Bugün Filistin devleti kurulsa, İsrail'in Batı Şeria (Filistin)'da bulunan 16 Tugayı Golan tepelerine, yani Suriye sınırına getirilir ve bu güç, Suriye'nin savaşı kaybetmesine neden olur. Dolayısıyla Suriye, Filistin devletinin kurulmasını ve İsrail'in Batı Şeria'dan birliklerini çekmesini istemez. Tüm gayreti bu yöndedir.

Gelelim Mısır'a. Gazze'ye giriş - çıkışlar, Mısır'ın Sina yarımadasında bulunan Refah sınır kapısı vasıtasıyla olur. Mısır, bu kapının kapalı tutulması ve Gazze'nin tecridi için her yıl ABD'den 3 milyar dolar rüşvet alır. Ayrıca, Gazze'yi, dolayısıyla Hamas'ı kontrol altında tutarak yaramazlık etmemelerini sağlamanın diğer bir mükafatı olarak, ABD ve İsrail'in tam desteğiyle ve fiili çalışmalarıyla Arap aleminin sözde liderliğini yürütür. Bugün Filistin devleti kurulsun, Mısır bu gelir kaynağını, ABD ve İsrail'in desteğini ve en önemlisi de ilerde Gazze'yi kendi topraklarına katarak Gazze'deki zengin yeraltı kaynaklarını kullanmaktan mahrum olur. Bu nedenle Mısır, Filistin devletinin kurulmasını kesin olarak istemez.

Diğer tüm Arap ülkelerinin yöneticilerinin hepsi, ABD ve İngiltere'nin kontrolündedir ve hiç bir Arap ülkesi Filistin devletinin kurulmasına izin vermez.

FİLİSTİN HALKI VE TÜRKİYE’NİN İSRAİL DESTEĞİ
Saydığımız tüm bu Arap devletlerinin halkının, ellerinde Recep Bey'in posteriyle gösteri yapmaları bir şey ifade etmez. O halkların devlet yönetimini belirleme ve politikaya yön verme gibi bir rolleri yoktur. Çünkü o ülkelerde demokrasi yoktur. Onlar sadece reayadır. Yasama, yürütme, yargı gibi yetkiler başlarındaki tek adamda toplanmıştır. Bizim Recep Bey'in özentisi de zaten budur. Dolayısıyla o gösteriler gerek o ülkeler ve gerekse Türkiye için bir anlam ifade etmez ve sonuç getirmez. Sadece Türkiye'deki irticacılar ve AKP'nin reayaları için seçim malzemesi olur.

Gelelim Filistin halkına. Filistin devletinin kurulmasını istemezler. Devlet kurulursa, çoğunluğu Norveç olmak üzere dünyanın dört bir tarafından gelen oluk gibi parasal yardımlar hemen kesilir. Bu paralar halen Filistin hükümeti ve El Fetih tarafından kullanılmakta, % 1-2'si halka yansıtılmaktadır. Bugün Filistin devletini kurun, paraların bölüşülmesini ve aşiretlerin yönetimi ele geçirmesini hedef alan iç savaş başlar ve daha kanlı bir coğrafya görürsünüz. Şu anda Filistin’de günlük olarak yaşanan her 20 asayiş olayının 1-2'si İsrail’le, kalanlar Filistinli aşiretlerin kendi arasındadır.

Gelelim Türkiye'ye. Türkiye, daha kuruluşundan itibaren İsrail'in hamisi olarak görevlendirilmiştir. 1947 yılında İsrail devletinin kurulmasını planlayan ABD, 1946 yılından itibaren önce bu bölgede İsrail'i koruyacak hami bir devlet aradı ve Menderes ve yandaşları ile anlaşarak bu devletin Türkiye olmasına karar verdi. İlk iş olarak, çok partili döneme geçiş için Türkiye'yi zorladı. Bu arada, 1948 yılında Filistin devletini ortadan kaldırdı. Sonra, 2 yıl gibi kısa bir sürede, Menderes ve yandaşlarını çok büyük paralarla ve barış gönüllüleri adı altında Türkiye'ye soktuğu ajanları vasıtasıyla destekleyerek, iktidara taşıdı ve hemen gizli birçok anlaşmaya imza attırdı. Bu anlaşmalardan sadece bir adedi, 50 yıllık olup 2000 yılında süresi dolan, Türkiye'nin güneydoğu bölgesinde petrol çıkarma haklarının ABD şirketlerine verilmesiydi. Daha birçok gizli anlaşmadan sadece birisi bile tam bir ihanet belgesidir. Bundan sonra işbaşına gelen tüm hükümetlere ABD tarafından vize verilmesinin ilk koşulu İsrail'in hamiliğiydi. Recep Bey de bunu yapmış, ABD'deki Yahudilerden madalyalar almıştır. Recep Bey'in son bir kaç aydır İsrail’le uğraşmasının nedeni Filistin ve Hamas değildir. İsrail'in, İHH'nın Avrupa'daki faaliyetlerini ve AKP ile yakın ilişkisini öğrenerek, MOSSAD vasıtasıyla, AKP hükümetini devirmek için Türkiye'de yaptığı tezgahlar ve bu tezgahın Recep Bey ve ekibi tarafından öğrenilmesidir. Recep Bey eğer Filistin devletinin kurulmasını istiyorsa, Kudüs'teki konsolosluğu büyükelçilik seviyesine yükseltsin de görelim o zaman bu konudaki icraatını. Kudüs konsolosu doğrudan Dışişleri Bakanlığı'na bağlıdır. Gerçekten Filistin devletinin kurulmasını isteyen Türk Hükümeti bu konsolosluğu büyükelçilik seviyesine çıkararak Filistin'i tam bir devlet olarak tanır.

RECEP BEY’İN ASIL AMACI
Recep Bey 'in tek derdi, referandum ve seçim öncesinde, Hamas'ı ve özellikle halkın dini duygularını sömürerek ve kullanarak iç politikada dikkatleri işsizlik, ekonomik çöküntü, hukuk ihlalleri, ülkenin kaynaklarının yabancılara peşkeş çekilmesinden uzaklaştırarak iktidarını devam ettirmektir.

Filistin halkının Türk Milleti'ne nasıl ihanet ettiğini, İngilizlerle anlaşarak, Türk Ordusu'na su ve yiyecek taşıyan Filistinlilerin, İngilizler tarafından verilen zehirleri bu su ve yiyeceklere nasıl kattıklarını unutmadan ve ihanetlerinin değişik boyutlarını görmek için Falih Rıfkı Atay'ın "Zeytin Dağı" kitabını okumak yeterlidir. Recep Bey ve yandaşlarına da bunu tavsiye ediyorum.

Haydar Ates
Odatv.com