"Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, "Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır" demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, "Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir" diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek; “Demek adliyeyi ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım.” diyecektir. Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, "Ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir." İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!"

27 Mayıs 2010 Perşembe

27 Mayis Devrimdir

27 Mayıs Devriminin ulusumuza kazandırdığı 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde şu yazılıdır:

“Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti…”

Yurdumuzda insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayalı devlet ve toplum düzenini engellemek isteyen, özgürlük düşmanı gerici ve baskıcılar, gözleri kestiğinde “ulusal egemenlik” ilkesini küfür ve/ya da aldatmaca olarak niteleyip açıkça demokrasi düşmanlığı yapmışlar, gözleri kesmediğinde ise ulusal egemenliği basit bir “oy çokluğu” anlayışına indirgeyerek, ‘seçimlerde çoğunluk oyunu alan bir siyasal kadronun istediği her şeyi yapabilmesi’ diye tanımlayıp içini boşaltmaya kalkışmışlardır.

Bunun için de, demokrasi düşmanı tutumlarını açığa çıkaracak olan “baskıcı, yani meşruluğunu yitiren bir yönetime karşı her yurttaşın direnme hakkı”nın ulusal egemenlik düzeninin ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğine gözlerini, beyinlerini, kalemlerini, mikrofon ve ekranlarını sıkı sıkıya kapatagelmişlerdir.

Bu yüzden 27 Mayıs 1960 askeri darbesini de eleştirirlerken, ne “baskıcı yönetime karşı yurttaşın başkaldırma” hakkına, ne de 27 Mayıs’ın demokrasi devrimi niteliğinin göstergesi olan 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkının kullanıldığını” belirten cümleye tek sözcükle bile değinmeğe yürekleri yetmektedir.

AKP’nin de yaptığı budur. Yıllar yılı “Demokrasi hristiyan düzenidir; küfür düzenidir; yıkılmalıdır” dedikten sonra, Atlantik ötesi ve AB’den aldıkları işaret üzerine bir sabah birden bire “Biz değiştik; demokrasi karşıtı gömleğimizi çıkardık” demeğe koyuldular.

Ama ulusal egemenliği basit bir oyçokluğu uygulamasına indirgemek üzere bunu yaptılar.

Tıpkı 1924’te, ulusa demokrasiyi layık görmeyip Saltanat ve Hilafetin sürmesini isteyen ağababalarının bu çağdışı baskıcı kurumların kadırılmasına engel olamayınca Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurarken yaptıkları gibi.

BUNLARI DİLE GETİRMEZLER
Bu yüzden o zaman Cumhuriyet, yani ulusal egemenlik karşıtlarının yaptığı gibi, bugün de yandaş basın ve yayın araçları, kiralık kalemler, bilim ahlakından yoksun akademik san sahipleri .. 27 Mayıs’ın yıldönümlerinde, bu devrimsel askeri müdaheleyi “darbe” diye göstermeye çabalar ve ordu düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı yaparlarken, demokrasi kültürünün, hukuka bağlı yönetim düzeninin, insan hak ve özgürlüklerinin güvencesinin temel bir gereği olan ve 1961 Anayasasının başlangıç Bölümünde yer alan “Baskıcı yönetime karşı direnme ve başkaldırma” hakkından hiç söz etmezler.

27 Mayıs’ın 50. yıldönümünde de yine böyle davranacakları bellidir. Demokrat Parti yönetiminin ne basın özgürlüğü, ne üniversite özerkliği, ne yargıç güvencesi, ne grev hakkı, ne gezi özgürlüğü tanımadığına, “Muhalefeti karınca gibi ezmek”ten, “İstenirse halifelik ve saltanatın bile geri getirilebileceğinden”söz ettiğini, örgütlü muhalefeti ortadan kaldırmak üzere hem polis, hem savcı, hem de yargıç yetkileriyle donatılmış 14 DP’li milletvekilinden kurulu bir “Tahkikat Komisyonu” kurdurduğunu, basına sansür uygulamaya başladığını … hiç dile getirmeyeceklerini biliyoruz.

Onlara meydanı boş bırakmamak, 27 Mayıs’ın 50. yıldönümünde de çığırtkanca laf kalabalığı ile yurttaşların “ulusal egemenlik” kavramını doğru anlamasını engellemelerine fırsat vermemek gerekir.

“Baskıcı Yönetime Karşı Direnme” hakkının, ulusal egemenlik ilkesinin özünde bulunduğunu, Batılı ülkelerin faşist ve kömünist diktaları ve onların yol açtığı dünya savaşları yıkımını yaşadıktan sonra, 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde bu hakka yer verdiklerini her yurttaşın bilgisine ulaştırmak gerekir.

Bu yıldönümünde Mustafa Kemal’in de, demokrasiye olan dürüst bağlılığı ile bu hakkı daha 1919’dan başlayarak görüp gösterdiğini, Amasya Genelgesi’ndeki “Ulusun geleceğini yine ulusun azim ve kararının kurtaracağı” ilkesinin bunu anlattığını, bu ilkenin gereği olarak Saltanat-Hilafet baskıcılığına ve keyfiliğine karşı tüm ulusu ayaklandırdığını anlatmak gerekir.

27 Mayısın bu 50. yıldönümünde, demokratik Atatürk Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini ortadan kaldırmaya yönelik bir Anayasa değişikliğinin de halkoyuna sunulmak istendiği ortamda, Cumhuriyet Anayasası’nın değiştirilmesinin önerilmesi bile yasak olan ve “Türk Devrimi İlkeleri” olarak bilinen maddelerinin de, doğrudan doğruya ulusal egemenlik ilkesinin basit bir ‘oyçokluğu’ demagojisine indirgenmesini engellemek ve temel insan hak ve özgürlüklerini (laiklik bu hakların kısa adıdır!) güvence altında bulundurmak için zorunlu olduğunu her yurttaşın anlamasını sağlamaya çalışmak gerekir.

Bu amaçla her ortamdan yararlanarak yüksek sesle anlatmak gerekir ki, “ulusal egemenlik ilkesi, her bireyin doğuştan, vazgeçilmez ve devredilmez olarak, inanç, soy, cinsiyet, toplumsal konum .. ayrımı gözetilmeksizin eşit olarak sahip olduğu insan hak ve özgürlükleri çiğnenmemek koşuluyla, bir halkın yönetimi özgür oyçokluğu yoluyla yürütmesi” demektir.

27 Mayıs’ın yıldönümünde, bu hakların herhangi birinin özünü çiğneyici bir yasal düzenlemenin önerilmesinin bile ulusal egemenlik ilkesine aykırı olduğunu ve buna kalkışan her siyasal örgütün meşruluğunu yitireceğini anlatmak gerekir.

Örneğin “Yargı bağımsız olsun mu olmasın mı?” diye bir halk oylaması yapmayı önermek bile demokraside meşruluk dışı bir girişimdir.

Örneğin “Kadınlarla erkekler, şu ya da bu din ve mezhepten olanlar, şu ya da bu etnik kökenden olanlar … toplum yaşamında eşit hak ve özgürlüklere sahip olsunlar mı, olmasınları mı?” diye bir halk oylaması yapmayı önermek bile yine demokraside meşruluk dışı bir girişimdir.

“Okullarda öğrencilere özgürlük ve bilimsellik düşüncesi mi, bir inanç ya da doktrinin telkini mi yapılsın?”, “Kamu yöneticileri her yurttaşa eşit hizmet verecek biçimde mi yetiştirilip atansın, yoksa bir siyasal ya da dinsel ideolojinin buyruğuna bağımlı mı kılınsın?”, … diye halk oylamaları yapmayı önermek bile aynı nedenlerle demokraside meşruluk dışı bir girişimdir.

ATATÜRK'ÜN ÇAĞRISI
27 Mayıs’ın 50. yıldönümünde, Mustafa Kemal’in 1924’te Konya’da gençlere ulusal egemenlik konusunda yaptığı çağrıyı bütün yurttaşların bilgisine ulaştırmak da çok yerinde olur:

"..bayağı ve alçakça aldatmalarla hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini araç yapacak ölçüde alçalan yalandan ve inançsız bilginler, tarihte her zaman rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve hep cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına araç yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca sanlı hainler hep bu sona düşmüşlerdir. .. Artık bu ulusun ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeğe katlanma gücü ve olanağı yoktur... Eğer onlara karşı benim kişisel tutumumu öğrenmek isterseniz, derim ki, ben bir kişi olarak onların düşmanıyım; onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, o adım benim ulusumun yaşamıyla ilgili, o adım ulusumun yaşamına karşı bir kasıt, o adım ulusumun yüreğine gönderilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.

Kuşku yok ki arkadaşlar, ulus bir çok özveri, bir çok kan karşılığında en sonunda elde ettiği yaşam ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.

Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim: bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!"

Görüldüğü gibi Atatürk, ulusal gemenliğe yönelecek saldırıları önlemeyi öncelikle Hükümet, Meclis, bağımsız yargı, … gibi Anayasa’yı ve yasaları uygulayacak kurum ve organlardan beklemektedir. Bunlar arasında ulusun bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de son kertede Cumhuriyeti koruma ve kollama ödevi olması doğaldır. Bundan yalnız, ‘Benim partime oy vermeyenler patates dinindendir’, ‘Milli Görüş iktidarına geçiş bakalım kanlı mı, yoksa kansız mı olacak!’, ‘Millet itemiyorsa laiklik elbette yıkılacak’ … diyen Cumhuriyet, yani demokrasi düşmanları gocunur.

Ama bu kurum ve organlar bu en temel ödevlerini yerine getirmez, dahası onların kimileri ulusal egemenlik ilkesini çiğnemeye kalkışacak olurlarsa, Cumhuriyet yine sahipsiz kalmayacaktır:

Cumhuriyet’in Türk Geçliğine emanet edilmesi, baskı yönetimlerine karşı direnme hakkını kullanarak ulusal egemenlik düzenini koruması ve işletmesi içindir!

27 Mayıs Devrimi’nin 50. Yıldönümü Türk ulusuna ve Türk demokrasisine kutlu olsun!

Prof. Dr. Özer Ozankaya
Odatv.com

Yeni Kemal’den Yeni Bir Kemalizm mi Bekleniyor?

Baykal’ı koltuğundan eden kasedin kimlerce hazırlanıp servis edildiği bilinmiyor. Ama bunların, hangi odakların en azından üstü kapalı izni olmadan gerçekleştirilemeyeceği biliniyor. Bu odaklardan bir tanesini, Deniz Bey’in de işaret ettiği gibi, iktidar oluşturuyor. Fethullah Gülen’in üzüntülerini iletmesindeki samimiyetin, pek çokları açısından tartışılır göründüğünü not etmekle yetinelim. Ancak, Türkiye’deki büyük siyasal değişimlerin pek çoğunda olduğu gibi, daha büyük oyuncuların hesaba katılması gerektiğini biliyoruz. Amerika CHP’deki değişimden hiç de rahatsız görünmüyor.

CHP’deki değişimin ardında, dolaylı da olsa, Amerika’nın en azından onayını aramak Amerika’nın Türkiye’de olup bitenlerde oynadığı rolü abartmak, bir ezbere ya da kolaycılığa sığınmak olarak yorumlanabilir. Ama fazlası var. Kılıçdaroğlu’nun yükselişi, doğrudan “yandaş” dediğimiz medyanın dışındaki medyadan büyük destek gördü; üstüne TÜSİAD’ın konuyla ilişkili olumlu görüşler bildirmesi geldi.

Bu desteği nasıl açıklamalıyız? Büyük medyanın ve TÜSİAD’ın cumhuriyete hiçbir bağlılıkları olmadığını biliyoruz.

Bu desteğin ardında Erdoğan’ın, önce anayasa değişikliği ve referandum talebiyle, sonra da, neredeyse Gül ve Gülen’e dahi meydan okumayı göze alacak biçimde, “başkanlık sistemi” tartışmasını gündeme getirerek sınırsız bir iktidar talep ettiğini göstermesinin payı elbette vardır. Gene de bu, yeterli bir açıklama oluşturmuyor.

Öte yandan, büyük medya ve TÜSİAD cumhuriyete ne kadar bağlı değilse, Amerika’ya da o kadar bağlıdır. Büyük medya ile TÜSİAD’ın Amerika’nın karşı çıktığı bir gelişmeyi alkışlamasını düşünemiyoruz.

AMERİKA TÜRKİYE İÇİN YENİ BİR ALTERNATİF Mİ ARIYOR
Odatv’de Erdoğan’ın Amerika ve İsrail’in gözünde sık sık haddini aştığı ve buralarda belli bir rahatsızlık yarattığı sıkça yazıldı. Bununla birlikte, AKP gerek sermayenin her türlü talebini yerine getirmede gösterdiği heveslilikle olsun, gerek sıkça haddini aşsa ve yüzüne gözüne bulaştırsa da Amerika ve İsrail’in, ilk adımını Kürtler üzerinden attığı yeni Ortadoğu düzenine gönülden teslimiyetiyle olsun, iktidar için tek alternatif olduğunu Türkiye sermayesine, Amerika ve İsrail’e gösterdi.

Öte yandan AKP aynı zamanda açılımları halka “hazmettire hazmettire” sunmayı başarmak bir yana, tam tersine halkta bu konuda yepyeni bir tepki uyandırmayı; yeni bir Amerika ve İsrail karşıtlığı dalgası başlatmayı; bu arada Azerbaycan’la ilişkileri bozmayı; üstüne, medya üzerindeki baskısıyla liberallerin bir kısmının şimşeklerini üzerine çekmeyi; cumhuriyetle kavgasını akıl almaz boyutlara taşıyarak Baykal’ın üstü kapalı desteğini kaybetmeyi; İran politikasıyla yalnızca İsrail’i değil, Amerika’yı da çileden çıkarmayı başardı.

Bunları yaptığı ölçüde, Amerika’daki bir kesimi de neredeyse AKP karşıtı bir çizgiye çekti. Şimdi alıntılayacağım düşünce kuruluşu çalışanı bu kesimden. Birkaç yıldır AKP’ye çok sert eleştirilerde bulunuyor. Ancak 16 Mayıs tarihli yazısında ileri sürdüğü öneri yeni ve bizi yakından ilgilendiriyor.

Sözünü ettiğim kişi Washington Enstitüsü’nden Soner Çağaptay. Hürriyet Daily News’ta yayınlanan yazısının başlığıysa “Türkiye’nin Yeni Siyasal Dengesi: Eski AKP ve Yeni Kemalizm”.

YENİ KEMAL, YENİ KEMALİZM
Çağaptay yazısında AKP’nin Türkiye’yi ve Amerika’yı soktuğu krize bir kez daha dikkat çektikten sonra, AKP’nin tek seçenek olmadığını, görünürdeki bu çıkmazdan bir çıkış yolu bulunduğunu söylüyor. Önerisi yeni bir Kemalizm oluşturulması.

Çağaptay, özellikle AKP’nin AB yolunda hız kesmeye ve İsrail eleştirilerinin “dozunu kaçırmaya” başlamasından bu yana, Kemalizm’in, “AKP’nin tersine”, yüzünü her zaman Batı’ya dönmüş olduğunu sıkça vurgulayan bir isim. AKP’ninse bu konuda yeterince tutarlı davranmadığına ve davranamayacağına inanıyor.

Kemalizm, tarih boyunca pek çok farklı şekilde algılanmış bir ideoloji. 1930’lu yılların sınıf tanımayan devletçi anlayışından, 1960’lı yıllarda ve 1970’li yılların başlarında Doğan Avcıoğlu’nun ve Deniz Gezmişler’in elinde bağımsızlıkçı ve eşitlikçi mücadelesine, daha sonra 1980’le gelen tekelci ve faşist diktaya gönderme yapabiliyor. Elbette Çağaptay, yeni bir Kemalizm kurmaktan söz ederken ne devletçilik, ne bağımsızlıkçılık, ne gerçek bir halkçılık istiyor. İstediği, liberal değerlerin ve “ılımlı” bir laikliğin korunduğu, itici sloganının AB’nin liberal değerleri olduğu bir Kemalizm.

Çağaptay 16 Mayıs tarihli yazısında CHP’den de, Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da bahsetmiyor. Ama Çağaptay’ın yanısıra, büyük medyamız ve TÜSİAD’ın da “yeni Kemal’den” bu tür bir yeni Kemalizm beklediğini görmek zor değil. Gün geçmiyor ki, “yeni Kemal’e” Amerikancı Kürt çözümünü tanıması, laikliği keskin bir tartışma konusu haline getirmemesi, “demokrasi yolundan” sapmaması, 30’lu yılların devletçi söyleminden de, 70’li yılların solcu söyleminden de kaçınması yolunda telkinlerde bulunmasınlar.

BİR BAŞKA YENİ KEMALİZM MÜMKÜN
Amerika ve büyük medyamız, gerçekten de, kısa vadede doğrudan iktidara gelmeyecek dahi olsa, en azından mevcut iktidarı dengeleyebilecek yeni bir “liberal” Kemalizm oluşturulması özlemi içinde görülüyor.

Ama bu, CHP’deki değişimi “Amerika’dan da onay alan bir komplo” olarak mahkum etmek için yeter neden midir?

Baykal’ı koltuğundan eden kasedin servis edilmesinde, Baykal’ı ve CHP’yi vurma, AKP’nin referanduma ve seçimlere güçlü girmesini sağlama gibi hesaplar olmadığını düşünmek safdillik olur. Baykal istifa etmeseydi, ya da istifa ettikten çok kısa bir süre içinde dönseydi, CHP de, anayasa paketine karşı çıkanlar da büyük bir darbe yemiş olacaktı. Ancak Kılıçdaroğlu’nun yükselişi ve CHP’nin birleştirici bir güç olarak yüzünü sola dönmesi, tüm bu hesapları boşa çıkardı. (Bkz. “Her Şerde Bir Hayır Var”, Hakan Utkan, odatv, 25.05.2010) “Recep Bey’in” ve tüm AKP’lilerin kendileri için güzel gelişmeler getirecekmiş görünen“kasedin” ortaya çıktığı güne lanetler okumaya başladığını düşünmek çok da zor değil.

Amerika ve liberaller Kılıçdaroğlu’ndan yukarıda çizilen misyonu yerine getirmesini bekliyor olabilirler. Ancak bu, bir başka yeni Kemalizm anlayışının oluşturulamayacağı anlamına gelmiyor.

Türkiye’de “ılımlı İslam”ın iktidara geliş öyküsünden tüm Cumhuriyetçiler’in önemli dersler çıkarması gerekiyor. Bunların belki de en önemlisi, sermayeye koşulsuz bağlılığı ölçüsünde halkından korkan, solu ve bu cumhuriyet çatısı altında yaşayan halkları her durumda kendisine karşı bir tehdit olarak gören bir anlayışın, sürekli olarak dine sarılmak ve emperyalizmin kendisine biçtiği her türlü konumu benimsemek zorunda kalacağıdır. Türkiye’de yıllardır Kemalizm’in tasfiyesinden söz etmeye başladıysak, bunun birincil nedeni, AKP’ye ya da Ameika’ya gelmeden önce Kemalistler’in, seçmeleriyle kendilerini bu noktaya getirmiş olmalarıdır.

Amerika’nın ve büyük medyanın hesapları başka olabilir. Ama Kılıçdaroğlu’nun halk nezdinde onca heyecan uyandırmasının tek nedeni, cumhuriyet değerlerinin savunusu ile halkçılığı birleştirme vaadi ve umudu sunmasıdır; asıl gücünü buradan aldığını unutmaması gerekiyor.

Bugün varlığını koruyup yükselebilecek tek Kemalist anlayışı da arsız özelleştirme ve taşeronlaştırma programlarının karşısında sosyal adalet, sosyal devlet ve kalkınma ilkelerini savunan; laikliği ılımlı bir şekilde ve bugüne dek olduğu gibi tavizlerle değil, tutarlı ve tavizsiz bir şekilde koruyan; Kürtler’i yok sayarak Amerika’nın ve gericiliğin kucağına iten değil, içlerindeki her türlü feodal ve (emperyalizme) teslimiyetçi eğilimle savaşarak bu cumhuriyete bağlayan; yöneticilerin ayrıcalıklarını koruma telaşıyla getirdiği seçim barajını ve özel yetkili mahkemeleri kaldıracak bir anlayış oluşturuyor.

Türkiye’nin yeni bir Kemalizm’e ihtiyacı var.

Deniz Hakyemez
Odatv.com

Fehmi Koru Neden Komplekslidir?

“Ilımlı İslam” ideolojisi, küresel emperyalizmin son aşaması olan neoliberalizmi Türkiye emekçilerine de yutturmaya çalışmanın son şeklidir. Bunun örgütlenmesini emperyalizm güdümündeki tarikatler/ cemaatler; ideologluğunu ise, neoliberalist entellerle işbirliği içindeki (bir kısım) İslamcı enteller yapmaktadırlar.

Bu giriş cümlesinden sonra, yazımın asıl konusuna geçeyim: Fehmi Koru. Onun, 29 Nisan 2010 tarihli Yeni Şafak’ta yayınlanan “‘Lâiklik‘ ne demekmiş, Almanya ders veriyor...” başlıklı yazısını okur okumaz kaleme sarıldım, ancak, gündemi CHP’yle ilgili komplolar işgal edince, yazıyı bitirmeyi erteledim… Laikliğin ne demek olduğu ve Almanya’nın (bize) hangi dersleri verdiği konuları hala güncelliğini koruduğu için, yazımı şimdi tamamlayıp sizlere sunmak istiyorum.

KORU’NUN YAZISI
Fehmi Koru’nun, Türkiye’yi ele geçirmeye çalışan belli bir ideolojiyi yansıtması açısından örnek niteliği taşıyan bu yazısını buraya tümden koysam daha iyi olurdu; ancak, bu mümkün değil. Makalenin bazı pasajlarına göz atalım:

Almanlar işi bizim kadar uzatmıyor, her soruna kısa sürede çözüm buluyorlar. Aşağı Saksonya eyaleti hükümetinde sosyal işler bakanlığına atanan Aygül Özkan’ın henüz ‚Tanrım adına‘ diye Almanca yemin edip koltuğuna oturmadan Focus dergisine verdiği, içinde ‚türban‘, ‚haç‘, ‚dinî sembol‘ ve ‚yasaklanmalı‘ sözcüklerinin geçtiği mülâkat fazla büyütülmedi.(…). Alman hükümetinin göç ve uyumdan sorumlu devlet bakanı Maria Bölmer de ‚Batılı değerlere‘ açıklık getiren şu açıklamayı yaptı: ‚Haç Almanya’da yüzyıllardır kullanılan bir sembol; geleneğimizin ve değerler sistemimizin bir parçasıdır o...‘

Almanya'da doğmuş, büyümüş, eğitimini hep o ülkede almış Aygül Özkan ‚lâiklik‘ kavramının Batı’da nasıl anlaşıldığını şimdi öğrenmiş oldu. Bakan olduktan sonra... Filozoflar ve hukukçular nasıl tanımlarsa tanımlasın, Batı’da lâiklik, başka dinlere olduğundan daha fazla çoğunluğun dinine ve sembollerine sahip çıkmak olarak anlaşılıyor... Çifte standart mı? Evet, çifte standart... Ayrımcılık mı? Evet, ayrımcılık... Var mı diyeceğiniz? (…).

Yeni bakanın ağzından çıkan masum bir cümle yüzünden Almanya’da günlerden beri tartışılan ‚dinî sembol‘ konusu, acaba aynı ülkede yaşayan ve kolları Türkiye’ye de uzanan ‚lâikçi‘ tipleri nasıl etkilemiştir? (…). Şimdi sırada Batı’da bir yerlerde ‚başörtülü‘ bir politikacının bakan atanmasında... Bakalım o zaman utanan çıkar mı?

YANLIŞ ÇEVİRİ
Önce, makalenin bir kısmını oluşturan bu satırlardaki birkaç genel çelişkiye, yanlışa değinmek ve bu bağlamda kendi görüşlerimi ortaya sermek istiyorum:

1. Makalesine, “Almanlar işi bizim kadar uzatmıyor, her soruna kısa sürede çözüm buluyorlar”, diye başlayan Koru, yazının ortalarına doğru, “Yeni bakanın ağzından çıkan masum bir cümle yüzünden Almanya’da günlerden beri tartışılan ‚dinî sembol‘ konusu...” gibi bir cümle kurabiliyor. “Kısa süre” ne kadar, “günlerce” ne kadar?

2. Fehmi Koru, Hıristiyan Demokrat (CDU) Milletvekili Maria Bölmer’in, “Haç Almanya’da yüzyıllardır kullanılan bir sembol; geleneğimizin ve değerler sistemimizin bir parçasıdır o...” dediğini söylüyor. Bu, yanlış bir çeviridir. Aygül Özkan’la Maria Bölmer’in sözünü ettikleri sembol “haç” değil, “çarmıha gerilmiş İsa” (kruzifiks) sembolüdür. İkisi arasında büyük fark vardır. Üstelik Özkan’ın burada – kendisine Focus muhabiri tarafından yöneltilen bir (tuzak) soru üzerine – vurguladığı, “okullarda türban takılmasına ve sınıflarla mahkeme salonlarına kruzufiks asılmasına taraftar olmadığı” şeklindeki kişisel fikridir.

3. “Almanya’da doğmuş, büyümüş, eğitimini hep o ülkede almış Aygül Özkan ‘lâiklik’ kavramının Batı’da nasıl anlaşıldığını şimdi öğrenmiş oldu. Bakan olduktan sonra...” Fehmi Koru, Almanya’daki (gerçekte var olmayan) laiklikle, diğer Avrupa ülkelerindeki, örneğin Fransa’daki (ki Türkiye bu konuda Fransa’yı örnek almıştır. Ancak ben burada, ne Türk ve Fransız türü laikliklerin, ne de Fransa’daki laisizm ile diğer Avrupa ülkelerindeki sekülarizmin farklılıklarına girmek istemiyorum) laikliği aynı kefeye koyuyor. Bu, Uğur Mumcu’nun değimiyle, “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak!”tır.

Alman Katoliklerinin ve Hıristiyan Demokratlarının bu konudaki fundamentalist (Hıristiyan köktendincisi) tavırları yanlıştır. Çünkü beni hiç kimse, hatta o kişi yüksek mercidekilerin ahbabı da olsa, yukarıda görünen vahşi sembolün sınıflara koyulmasının doğru olduğuna inandıramaz. Aslında bu, kendisine “uygar” diyen Batı’nın, Anayasasında laiklik ilkesi olan Almanya’nın kendi kendisini/ yasalarını ikiyüzlüce inkarıdır. (Alman Anayasası’nın laiklikle ilgili maddeleri: 2/1; 4/1 ve 7/3). Üstelik en acemi eğitimci bile, yukarıdaki resmin, çocukların körpe beyinlerinde psikolojik bir iğdiş etkisi yapacağını hemen anlar. Çarmıha gerilmiş, kan-revan ve acı içinde kıvranan, iki yanında mağduriyet baskısı yaratma amacıyla ağlaşan müminleriyle İsa’nın, küçücük bir çocuğun bilinçaltında hangi etki ve hasarlara yol açacağını anlamak için psikolog olmaya gerek yok. Alman Katolikleri ve Hırıstiyan Demokratları buna rağmen kruzifiksi savunmaktadırlar. Tabii onlarla birlikte, “Kruzifiks olursa türban da olur!” kurnazlığıyla Fehmi Koru da.

4. Alman Hıristiyan fundamentalistlerinin (kendilerine “Demokrat” demeleri bu gerçeği değiştirmez) bu fikrini Fehmi Koru doğru bulabilir. Bu onun görüşüdür, karışamayız. Ancak, Fehmi Koru’nun, kruzifiks ile türbana müsade edilmesinin, Avrupa’nın uyguladığı (gerçek anlamda) laiklikle ilgisi olduğunu savunmasını tartışmamız gerekir: Bunu yapmaktaki gerçek muradı, Almanya’da olduğu gibi Türkiye’de de ilkokullardan başlayarak türbanın serbest bırakılmasıdır. Almanya, ilkokul çağındaki Katolik çocukların beynini kruzifiksle iğdiş ederken, Fehmi Koru, Türkiye’de ilkokul çağındaki çocuklarının kafasını türbanla esir almak istemektedir. Çarmıhta kan-revan içinde çırpınan İsa’nın Alman çocuklarında yarattığı dolaylı tehdit ve korku, Türk çocuklarına türban bağlamında doğrudan yapılacaktır: “Takmazsanız cehennemde cayır cayır yanarsınız!”

5. Bu bağlamda Fehmi Koru’nun bilip de bilmezden geldiği bir gerçek de şudur: Kruzifiksle beyinlerinin içi belli bir tutucu sistem tarafından esir alınan/ alınmaya çalışılan Alman çocukları, diplomalarına ve başarılarına göre Almanya’da istedikleri işe girebilirlerken, Fehmi Koru zihniyetindekiler tarafından kafalarının dışı ve içi türbanla esir alınan/ alınmaya çalışılan Türk çocuklarına, diplomalarına ve başarılarına rağmen seviyelerine uygun hiçbir iş verilmemektedir. Buradaki türban talebinin “demokratik özgürlük” ile hiçbir ilişkisi yoktur. (Bu konuda, internette bulunabilecek bir kaynak: Mehmet Şekeroğlu; “Sosyosomatik bir Maraz Olarak Türban”).

6. “Çifte standart mı? Evet, çifte standart... Ayrımcılık mı? Evet, ayrımcılık... Var mı diyeceğiniz?” Bu sözlerin sahibi, demokrasiden söz edebilir mi? Bu, “Ya herro, ya merro!”, “Ben yaptım oldu!” zihniyetidir…

7. Fehmi Koru’nun Almanya konusunda haklı olduğu tek konu, “Çifte standart mı? Evet, çifte standart... Ayrımcılık mı? Evet, ayrımcılık...” söylemidir. Koru’nun bilmek istemediği, görse de görmezden geldiği bir olgu da, Almanya’nın İslamla oynadığı “tavşana kaç, tazıya tut oyunu”dur: Almanya bir yandan İslam’ın dostu gibi görünür, öte yandan ise, Batı’nın “İslam terörizmi vardır ve tehlikelidir!” ideolojisini diğer Batılı müttefikleriyle birlikte benimser ve uygular. (Bunu tipik bir örneği, Aygül Özkan’la ropörtajın da yayınlandığı 26.04.2010 tarihli Focus dergisinin 16. sayfasında görülmektedir: Müslümanlara karşı kara propaganda amacıyla yapıldığı sırıtan ve kaynağı tam belli olmayan haberin başlığı şöyle: “Polis, İslamı seçen radikal Almanlara karşı uyarıyor.” Altındaki yazıda deniyor ki: “Polis, Almanya’da İslamı seçen 11 Almanın tehlikeli, 26 Almanın da göreli (relatif) tehlikeli oldukları konusunda uyarıda bulundu.” Yazıda şu cümle koyu renkle vurgulanmış: “20 ile 24 yaşları arasındaki Müslümanlar, Almanya’da terör eylemi yapacakları konusunda şüphe taşıyorlar.”

Böylesine bir damgalamanın ve kışkırtmacanın, Huntington’un “Kültürler Savaşı” safsatasının ve 11. Eylül oyununun devamı olduğu açıktır. Fehmi Koru, Türbanın ve İslama geçmenin serbest olduğu, türban takanların dışlanıp, İslama geçenlerin terörist muamelesi gördüğü bir ülkeye, “Çifte standart mı? Evet, çifte standart... Ayrımcılık mı? Evet, ayrımcılık... Var mı diyeceğiniz!” diye sahip çıkabiliyor. Neden? Çünkü bu ülkenin ilkokullarında da türban serbesttir! Fehmi Koru’daki nasıl bir düz mantıktır ve körlüktür!).

Fehmi Koru’nun derdinin laiklikle olduğu, içinden, “Hem laik, hem Müslüman olunamaz!” diye geçirdiği açıktır. Laiklikle ilgili, çoğunuzun bildiği bir anekdot geldi şimdi aklıma; tekrarlamakta yarar var: İlk meclisin din adamı mebuslarından biri bir oturum sırasında, biraz da alaycı bir tavırla, “Arkadaşlar, bir laikliktir gidiyor. Bunun ne manaya geldiğini bir türlü anlayamadım!“ diyor. Atatürk’ün cevabı: “Adam olmaktır, hocam, adam olmak!”

BATI KARŞISINDAKİ KOMPLEKS
Türkiye, laiklik konusunda bünyesine “ılımlı İslam” enjekte etmeye çalışan emperyalizme ve onun işbirlikçilerine rağmen, kör-topal da olsa “adam olma” çabasındadır. Neoliberalist/ kapitalist çete, “bimbo”larıyla birlikte Türk insanının aydınlanmasını engellemeye çalışmakta, onun fikri hür, irfanı, vicdanı hür eşit vatandaş olmasından rahatsızlık duymaktadır. Bu küresel çete, Türkiye’yi yönetenlere, “Ne yap yap, tarikatle, cemaatle uyut/ uyuştur; sömürüyü aymasınlar; sömürülenler birbirleriyle dayanışmaya girip düzenimi bozmasınlar!” demektedir. Devlet içine de çöreklenmiş etnik ve dinsel “tarikat”/ cemaat liderleri ise, küresel çeteye, “Tamam, korkma, biz hallederiz! Sen desteklemekten, villadan, “gazete köşesi”nden, “kürsü”den, “ödül”den, Dolar’dan, Euro’dan… haber ver!” Neoliberalizmin göz kırptığı ve başparmağıyla işaret parmağını birbirine sürterken kendilerine sırıttığı bu “ılımlı İslam” taşeronları, kendi bencilliklerinin körlüğü içinde, ellerinden gelse bebelerin başına da türban geçirerek “Adam olmak istemezük!” diye kazan kaldıracaklar...

Almanya’ya gelince: Bu ülke, laiklik açısından hiç adam olamamıştır; bu alanda Türkiye’den geridir. Toplumsal eşitsizliklerin üstünün dinsel ideolojiyle örtülmesi konusunda Almanya’nın, özünde, herhangi bir kapitalist ülkeden farklı olması beklenemez zaten. Oranın da egemen güçleri ve tutucuları, Hıristiyanlığı bir uyuşturma ideolojisi olarak kullanmaktadırlar.
Fehmi Koru’un bu bağlamda Almanya’yı savunması, bir yandan onun Batı karşısındaki kompleksini, bir yandan da kendi ideolojik körlüğünü gösterir: “Kulakları vardır duymazlar, gözleri vardır görmezler, dilleri vardır gerçekleri söyleyemezler!” Çünkü, özlerinde şöyle düşünürler ve bazen bunu dürüstçe çığırırlar: “Çifte standart mı? Evet, çifte standart... Ayrımcılık mı? Evet, ayrımcılık... Var mı diyeceğiniz?”

KÖR NOKTA SORULARI
Hannover’de çalışan dostum Dr. Mustafa Cingirt’in “Yazında Başbakan’a sor!” dediği:

1. Hep “Halka soralım!” deyip duran Başbakan, Sarkozy’nin, “Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği Fransız halkına sorulacak!” demesine neden karşı çıkıyor?

2. Bir yandan, “Halka soralım!” diye ısrar eden Başbakan, diğer yandan İsviçre halkının minare istememesine ne hakla kızıyor?

3. Almanya Başbakanı Angela Merkel Türkiye’deyken, Euronews, “Türkiye AB’ye girsin mi, girmesin mi?” diye bir anket yaptı. Halkın % 73’ü “Hayır!” dedi. Başbakan buna ne diyor?

4. “Başkanlık sistemi” için “Halka soralım!” diyen Başbakan, yarın, “Halifeliği getirelim mi?” diye de halka sormayı düşünebilir mi?

“Soru sormak”la ilgili olarak şimdi aklıma gelen bir söz:
Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi; bilmez ki sorsun, bilse sorardı.” (Sadi)

Kemal Kılıçtaroğlu’na bir itiraf ve bir soru:
-İtiraf: Kurultaydaki konuşmanızı dinledim; gözlerim yaşardı… 1973 yılındaki Ecevit’ten sonra, ikinci defa, bir politikacının konuşmasını dinlerken böyle duygulandım…
-Soru: Küçükken, “Al kardeşim, bal kardeşim, ben yoruldum sen oyna!” sözlerinin geçtiği bir oyun oynardık. Size bu yaştan ve bilinç düzeyinden sonra böyle bir oyun oynatamazlar, değil mi?

Başarılar diliyorum…

Mehmet Şekeroğlu
Odatv.com

O İslamcilar Kalleş Çıktı



Konuşacak çok şey var, önce ünlü İngiliz Petrol Şirketi BP’nin sonu yaklaşıyor, şaşırtıcı olan yüksek sesle postasını koyan sadece Obama. Oysa belki de batı uygarlığının en büyük facialarından biri kapıda. BP’nin demir çelik kafesle örtme planı tutmadı, şimdi ‘çimento’ dökelim planı da tutmazsa, yandı gülüm Amerika sahilleri.. Tarihte eşine az rastlanır inanılmaz bir çevre felaketi batı basının manşetlerinde, ancak, ‘abartan, bağıran çağıran’ hiç yok, ya da bu vahşi çevre katliamını ‘dramatize eden, duygusallaştıran’ haberler nerdeyse sümen altı ediliyor. Çünkü İngiliz Devi BP, şu petrol için Afrika’da Uzak Doğu’da Orta-Doğu’da hükümetler deviren hatta devletleri haritadan silen tarihin en güçlü petrol şirketlerinden, ki, İngilizler’in nerdeyse her şeyi.. Bu felaketin temizliği 50 milyar dolara mal olur diyorlar ki, bunlar erken yorumlar, şimdiden BP’nin sonu geliyor diyebilirsiniz, hatta Obama’nın çığlıklarına bakılırsa, İngilizler’le Amerikalılar arasında büyük bir siyasi kapışma kapıda bekliyor.

Hatırlayın birinci Körfez Savaşı’nda Basra Körfezi’nde Saddam’ın infilak ettirdiği petrol kuyuları sonucu petrole bulanmış ‘ördek’ resmini.. Tüm dünya basını nasıl dramatize etti sonunda bu ‘ördek’ haberi asparagas çıktı.. Şimdi Amerikan sahillerinde yüz binlerce ördek canlı yaratık kuş ot bitki şimdiden petrol bataklığına gömülmüş durumda, ama nedense batılı gazetelerin manşetleri ‘dramatize’ etmekten ‘duygusallaştırmaktan’ kaçınıyor.. Şüphesiz haber manşetlerde ama ‘çok kontrollü’. Ve hala bu felaketi ‘kontrol edebiliriz’ güveni içinde açıklamalar haberler.. Bir an şöyle düşünün, son plan ‘çimento dökülerek’ kapatılması da tutmazsa, işte o zaman şok bir korku çılgınca bir panik manşetlere yerleşecek ama çok geç kalarak.. Teknolojiye ve milli servetlerine imanları yüzde yüz İngilizler henüz insan kanını donduran bu büyük felaket karşısında soğukkanlılıklarını sürdürüyor, bakalım nereye kadar, bana sorarsanız belalarını buldular ama şimdilik inanmak istemiyorlar..

KEŞKE BEN DE O GEMİDE OLABİLSEYDİM AMA…
Konuşulacak ikinci şey, İslamcı camianın kalbinden çıkan ve tüm İslam Dünyası’na yardımlarıyla övülen İslami yardım kuruluşu İHH İnsani Yardım Vakfı, dokuz gemi ve beş yüz aktivistle Gazze Sahilleri’ne doğru yola çıktı. Ağırlık olarak inşaat malzemesi taşıyorlar ve İsrail’in dünyaya meydan okuyarak giriş çıkışlarını tutup bir hapishane gibi karantina altında tuttuğu Gazze’ye ulaşmak istiyorlar.

Türk Dışişleri’nden yapılan açıklamalara bakılırsa eşine rastlanmamış bu büyük yardım konvoyunu Türkiye Devleti hem destekliyor, hem takip ediyor.. İsrail şimdiden restini çekti ve karasularımıza girdiğinde gemilere el konulacağını duyurdu.. Yani ‘tetikte’ kriz saatleri başladı, artık her şey olabilir..

Öyle ya da böyle ya da yarın başka bir yolla Gazze’nin kapılarını insanlık kıracak, bütün bu insanlık gayretleriyle Gazze inşallah dünyaya açılır..

Gazze’ye ulaşmak herkesin hepimizin ‘insanlık görevi’, kim öncülük ediyor, kim destekliyor, kim İsrail ambargosunu kırmak için mücadele ediyorsa, hiç düşünmeden yanındayım, keşke ben de o gemide olabilseydim..

O eski arkadaşlar beni aradı, ‘Nihada yola çıkıyoruz, sen olmazsan olmaz..’, ‘sağolun, beni yanınızda bilin, ancak beş gündür yatak döşek hastayım…’ dedim. Ancak ‘hasta olsam da giderim, ölsem de giderdim…’.. Birkaç gün sonra tekrar aradılar.. Bu birkaç gün düşündüm.. O beşyüz aktivist yani gemi içinde kimler var, diye.. Hala tertemiz çocuklar şüphesiz var.. Ama…

KALLEŞ ÇIKTILAR
Şu Ergenekon yalanları ve yaygaracı galeyancı İslamcı basının bizleri itham eden töhmet altında bırakan bizleri sorgusuz delilsiz hukuksuz suçlayıcı bütün manşetleri aklıma geldi.. Ne çok kendine İslamcı diyen arkadaş tanıdım ki hepsi (çok düşündüm artık asla ağır değil bu laf) ‘kalleş’ çıktı..

Tanıdığım sevdiğim arkadaşlığım olan insanlar Türk Ordusu kendi askerlerini öldürdü diye yayınlar yaptılar, tanıdığım çay içtiğim dostluğum olan nice genç yazar Taraf Gazetesi ağzıyla hatta direktifiyle galeyanvari yazılar yazdılar, tanıdığım ne çok genç aydın, bizleri suçlayıp mahküm edip hukuksuz delilsiz yaka paça götürülmeye alkış tuttular, ‘oh olsun’dan daha beter yazılar yazdılar…Amerika’nın Irak İşgali’ni övmüş desteklemiş faşist liberal yazarlarla kol kola girdiler.. Amerika’nın Irak’ta öldürdüğü bir buçuk milyon Müslüman’ın adından dahi bahsetmediler..

Bunlar geldi aklıma.. Kalbim o gemide, ama, kalbim çok çatallı.. Vicdan denen bir şey vardı güçlükle yol aldığımız boyumuzu sıkletimizi aşan Allah’ın hazinelerinden bir şey, işte bu son üç yılda ne çok İslamcıyım diyen insanda ‘zırnık’ kalmamış.. Tertemiz dediğim dünya güzeli dediğim onlarca değil yüzlerce genç samimi aydın çocuk birden ‘azgınlaştı’, ‘gaddarlaştı’ ve bizler dayak yerken sinsi sinsi gülmeye başladılar, açıkça kelimenin tam anlamıyla ‘kalleş’ çıktılar… Çocukluğumdan beri tanıdığım bu kalleş kelimesinin ne olduğunu işte bu son üç yılda gerçek sahici anlamıyla öğrendim, kalleş..

Sağlamdım yanılmazdım laf ettirmezdim derken tüm hayatımın en büyük hayal kırıklığına uğradım, hayat yolum ellidördüncü yılına girerken hepsini defterden telefondan masadan dostluktan siliverdim..

Artık hepsini birer birer hafızamdan silmeye ve geçmekte olan günlerin yardımıyla bütünüyle unutmaya çalışıyordum ki, ‘Nihada gemiler yola çıktı sen de gel’ diye bir eski arkadaş..

Yolunuz açık olsun, Allah’a dualar ediyorum inşallah kötü şeyler olmaz, ama Nihada artık o gemide hiç olmayacak..

‘VİCDAN’ İNSANLIĞIN TA KENDİSİDİR
Nihada’ya küfürler ettiniz, Nihada’yı ‘Ergenekon’dan niye almıyorlar’ diye şikayetler ettiniz, Nihada’yı faşist liberal yazarların ağzına uyup Ergenekoncu darbecilikle suçlayıp mahküm ettiniz… Kalbim kırılsaydı keşke bir sarsıntı değil yaşadığım, ‘infilak’ ettim ve artık Nihada başka bir adam oldu..

Daha yüce daha soylu bir şey öğrendim, vicdan, bir kurum, bir parti, bir örgüt, bir iktidar, bir devlet bir mezheple ilgili bir şey hiç değildir, ‘vicdan’ insanlığın ta kendisidir.

Ya yeryüzünün bütün toprak parçalarında herkese eşitlik herkese hukuk diyen bir yerde olabilmeliyiz, ya da içtiğimiz su yediğimiz ekmek haram olsun bize..

Çok geç öğrendim, politika, bir at’a oynamak gibi ve at’ın birinci gelmesi için bütün ahlakını dinini pazarda satmak gibi bir şey..

BOŞUNA GÜNLERİMİ ZİYAN ETMİŞİM
Ben ‘yazarım’, politik kumarbazlardan olamazdım.. Necef’te Hazreti Ali’nin türbesi bombalanırken susanlarla yan yana gelemem artık, Silivri Cezaevi Amerika direktifleriyle Guantanamo’ya dönüştürülürken Gazze’ye gelemem artık..

Çok şey öğrendim, anladım ki her insan iki ayaklı değil, öğrendim ki politik kurnazlıklara uzak durmayanlar ya birilerinin askeri ya birilerinin mürididir..

Çok şey öğrendim, insan ruhunu ve insan kalbini öğrenmeden o ideolojilerde başkalarına duyarsız bir tuhaf din şartlandırılarak öğretiliyor..

Akdeniz’de gemileriniz yol alırken bir göklere bulutlara yukarılara doğru bakın ben de ‘oralarda bir yerde sizinle birlikte olacağım’, ama bedenim olmayacak…Öyle aşırı öyle ürkütücü bir kalleşlikle sarsıldım ki, inanın işte küçük küçük gizlice yazıyorum bu feci aldanmışlıkları, hepsi benim kusurumdu, diyorum.. Geçin şu kalbi beyni, derisi kemiği olmayan insanlarla boşuna günlerimi ziyan etmişim..

Şimdi siz yoldayken bunları yazmak çok ağrıma gidiyor, ne yapayım, insan kalbi, insan kasları, insan duyguları, insan beyni kalleşlikle bu kadar havasız kalınca, politik kurnazlık ve politik fırsatlıklarla gaddarlaşmış örgütlere kurumlara kişilere karşı bas bas bağırmadan ya da alaya almadan sakin umursamaz olamıyor artık..

Nihada, Gazze’ye ulaşmanın bir yolunu bulanlarla hep birlikte olacak ya da ömrüm oldukça Gazze’ye ulaşmanın yollarını arayacak ama şimdi Nihada, Silivri’deki vahşi ithamların nöbetini tutuyor, onurundan intihar etmiş suçsuzların sahipsizlerin hikayeleriyle meşgul..

Nihada, tüm hayatını sorguya çekiyor artık, bir şey öğrendi, politik inancı şekillenmiş ve keskinleşmiş insanlardan korkuyor, ürküyor, uzak duruyor artık..

Allahım, hayatımın en zor laflarını hatıralarımda şimdi uzun uzun yazıyorum ama şimdi bir çırpıda özetleyip yazıverdim, sen beni bağışla..

Nihat Genç
Odatv.com

Çongar'ın Eşinin CIA İçin Çalıştığı Kesinleşti

Taraf gazetesinin genel yayın yönetmen yardımcısı Yasemin Çongar'ın eşinin CIA için çalışmış olduğu bilgisi bu yılın başlarında Türkiye'nin gündemine girdiğinde, M. Chris Mason'ın bu konudaki bilgileri de içeren biyografisi, ABD'deki Naval Postgraduate School'un (NPS) sitesinden çıkarılmıştı...

Ama İnternet'e bir kez eklenmiş olan sayfaların tümüyle silinmesi çok zor ve Çongar ile eşinin (ve Taraf gazetesinin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan'ın) CIA ve RAND ilişkilerini inkar ederken yalan söyledikleri anlaşılmıştı...

Aradan geçen sürede, NPS sitesindeki M. Chris Mason biyografisi sayfası geri dönmüş. Mason'ın CIA için çalışmış olduğu bilgisiyle birlikte:

http://www.nps.edu/programs/ccs/Mason_bio.html

KONUYLA İLGİLİ DAHA ÖNCEKİ HABER:

Çongar'ın eşinin ve Altan'ın yalancılıklarının belgesi!

Yasemin Çongar’ın eşi M. Chris Mason’ın CIA ajanı olduğu iddialarının yeniden gündeme gelmesi üzerine, Taraf gazetesinin genel yayın yönetmeni Ahmet Altan bu iddiaların gündeme getirilmesini “fütursuzluk” olarak nitelemiş ve bu konuda hiçbir belgenin bulunmadığını ileri sürmüş, CIA'yla ilişkisi tartışılan Mason ise Akşam gazetesine bir tekzip metni göndererek hiçbir zaman CIA için (ve CIA'yla yakın ilişkili RAND kurumu için) çalışmadığını savunmuştu. Oray Eğin, bu tartışmaların ardından, Chris Mason’ın Naval Postgraduate School’daki biyografisinin “apar topar” kaldırılmış olduğunu yazdı.

http://www.haberveriyorum.net/haber/yasemin-congarin-esinin-cia-uyeligi-tartisiliyor

Oray Eğin’in sözünü ettiği biyografi, Naval Postgraduate School’un sitesinden gerçekten de kaldırılmış. Ancak, Google’ın önbelleği kullanılarak erişilebiliyor. Ve o biyografide, açıkça, Chris Mason’un, CIA’nın Paştun Kızıl Hücresi’nde (Pashtun Red Cell) çalıştığı yazılı:



Diğer taraftan, Chris Mason, tekzip metninde, CIA’yla yakın ilişkili RAND kurumunda eğitim verdiğini de yalanlamıştı. Oysa yine aynı biyografide, Mason’ın RAND’da ders verdiği de yazılı!

Banu Avar - Gazete5 Ropörtajı

Yeni dünya düzeni ve Türkiye’nin bu düzen içindeki rolüne ilişkin çarpıcı tespitleri ve açıklamalarıyla gündem sarsan Gazeteci-Yazar Banu Avar, Türkiye’yi ve son gelişmeleri Gazete5 için yorumladı. İktidarın “yasaklı” gazetecilerinden Avar, gündeme ilişkin yine çok çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. İl il gezerek, Türk gençliğini “bilinçlendirme” misyonunu görev edinen, kitapları gündemi sarsan Banu Avar ile siyaseti, değişen dengeleri, Türkiye üzerinde oynanan gizli oyunları konuştuk… Ve tabii bir de CHP’yi…

GAZETE5- Türkiye’de bazı merkezler tarafından “seçilerek yetiştirilmiş” yöneticilerin varlığına işaret ediyorsunuz. Konuşmalarınızda, önümüzdeki dönem için; sağ ve soldan bir takım isimlerin belirlendiğini ifade ediyorsunuz. Bu isimlerin şu an Türkiye’de aktif bir görevde olduğunu söyleyebilir miyiz?

B. AVAR- Sadece Türkiye’de değil dünyanın bir çok ülkesinde iktidarlar bir küresel çete tarafından belirleniyor. Biz bunu nereden biliyoruz? Kendileri söylüyorlar... Listeleri kendileri veriyor. Açın ABD Dışişleri Bakanlığı Eğitim ve Kültür İşleri Sitesini ya da ABD Uluslar arası Liderlik Kursları sitesine bakın. Orada onlarca ülkenin zirve isimlerini göreceksiniz. Afrika cumhurbaşkanlarından Avusturya Genel Valisine, NATO genel Sekreterinden tüm Avrupa’daki zirve isimlere kadar birçok ‘belirlenmiş’ ‘eğitilmiş’ isim var bu listelerde. Abdullah Gül’ün adı da bu listede.

GAZETE5- Sizin Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ın da bu ‘listelerde’ olduğuna dair iddialarınız oldu. Bunu nereden biliyorsunuz?

B. AVAR- 1994’de BBC için rehberlik yaparken yaşadıklarımı anlatmıştım. Avusturya ABC, Amerikan PBS ve BBC’den Nick Gowing gibi kuruluş ve isimler ısrarla Türkiye’den 3 isimle görüşme talebinde bulunmuşlardı. Konu Refah Partisi idi. Erbakan partinin başındaydı ama, kimse onunla görüşmek istemiyor hepsi Tayip Erdoğan, Abdullah Gül ve Fehmi Koru’dan randevu alınmasını istiyordu… Aldım, görüşmeler yapıldı… 1994 yılı sonunda ABD büyükelçisi Morton Abromowitz bir beyanatında “Erbakan’dan daha şehirli daha modern biri lazım. Tayip Erdoğan gibi!” demişti. Bir süre sonra bu arzuları gerçekleşti… Bugün de benzer şekilde her kesimden eğittikleri favorileri var ve gerektiğinde sahneye sürüyorlar...

GAZETE5- Bunu neden yapıyorlar?

B. AVAR- Çünkü psikolojik savaşta ‘Biz her şeye hakimiz. Ne dersek o olur!’ havası vermeyi amaçlıyorlar. Ama ne planlarlarsa planlasınlar bir millet uyanık olduğu sürece tuzaklara düşmüyor. Bunun yakın tarihte en iyi örneğidir 1 mart tezkeresi!

GAZETE5- Bu sürecin 68 ülkede aynı anda başlatıldığını belirtiyorsunuz. Türkiye’deki süreç, Yugoslavya ya da renkli devrimlerin yaşandığı devletlerden farklı mı seyrediyor?

B. AVAR- Bence bu sürecin nasıl başladığını iyi anlamak ve belgelerini görmek için herkesin Emin Değer’in “Oltada Balık Türkiye” kitabını ders kitabı gibi okuması gerek. 2. dünya savaşı sonrası ABD Türkiye arasındaki anlaşmalara bakın… Amerika içimize sızmak için bir yığın madde koydurmuştur, yardım anlaşmaları içine. Yapılan birçok araştırmada Türkiye’de ‘Batılı kalıpta öncü kuşak yetiştirmekten’ söz ediliyor.

Türk toplumu gelenekçiler, modernler ve aradakiler olarak öbeklere ayrılıyor ve nasıl Amerika çıkarlarına uygun yönlendirilecekleri karara bağlanıyor. Ve bu çerçevede bir toplum mühendisliği yapılıyor.. Tutuyor mu? O başka dava! Her ülkenin kendi dinamikleri var. O dinamiklere göre farklı operasyonlar planlanıyor... Yugoslavya veya Gürcistan’da ya da Kırgızistan’da ‘turuncu’ operasyonlar yapıldı. Ama unutulmasın bu ülkelerle Türkiye kıyaslanabilir değildir. Türkiye, İran ve Rusya; bulunduğumuz coğrafyada İmparatorluk geleneği olan 3 devlettir. Diğerleriyle değil ancak birbirleriyle kıyaslanabilirler… Bu üçüne benzer operasyonlardan söz edilebilir. Her üçünde de bir yandan enerji operasyonları yapılmakta, diğer yandan etnik ve dini parçalama faaliyetleri yürütülmektedir.

GAZETE5- Türkiye’de görev yapan yabancı misyonların, elçilerin “hangi kriterlere göre” seçildiğini düşünüyorsunuz?

B. AVAR- Tek tek ele alıp biyografilerine iş tecrübelerine bakın. İnternette bile hepsini bulabilirsiniz. Her biri konusunda uzmandır. Yakında Ankara’daki ABD elçisi Bağdat’a gidecek yerine bir başka Türkiye ‘uzmanı’ gelecek… Her biri Ortadoğu’da uzmanlaşmış, Türkçe bilen ve enerji konusunda keskin ‘diplomat/ istihbaratçılardır’…

GAZETE5- Dünyanın pek çok ülkesinde bulundunuz ve program yaptınız. Türkiye, “dışarıdan” nasıl görünüyor. Bunu biraz geliştirirsek, Doğu’dan ve Batı’dan nasıl görünüyor? Bu tabloda Türkiye’nin “bağımsız” bir ülke olarak değerlendirildiğini söyleyebilir misiniz? Özellikle İslam ülkelerinin Türkiye’ye bakış açısı nasıl?

B. AVAR- TRT’de Sınırlar Arasında ile 82 ülkeye gittim. Kovulmadan önce Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden raporlar hazırladım. Mısır, Lübnan, İran, Irak, Ürdün, Suriye, Sudan gibi… Bunları BÖL ve YUT adıyla kitaplaştırdım. Batının bize bakışı malum. Denetim altında tutulan ‘Ortadoğu’da Batı bekçisi’!

Komşularımız özellikle Orta Doğu ülkeleri ya işgal altında ve kan ağlıyor, ya da küresel çetenin denetlediği hükümetlerce yönetilerek inliyor. Suriye ve İran dışında… Ortadoğu’da herhangi bir ülkede “Ben Türk’üm” dediğiniz zaman halkın büyük sevgisi ile karşılaşırsınız… Çünkü o ülkelerin nüfuslarının belli yüzdesi Türk’tür, tarihimiz ortaktır, emperyalizmden çektiklerimiz benzerdir. Bu Cezayir’de de Mısır’da da böyledir. Ve bir Atatürk’leri olmadığı için hepsi Türkiye’den çok daha geridedir. Ve gıptayla bize bakarlar, büyük sevgileri var. Öte yandan neden Amerikalıymış gibi kararlar aldığımızı da anlayamazlar… Mesela Cezayir’de yüzbinlerce insan Fransızlar tarafından soykırıma uğradığında, Türkiye Fransızların yanında yer aldı ve Cezayirli bunu bir türlü anlayamadı! Lübnan’ın karasularına Amerikan savaş gemileri girdiğinde Türkiye Amerika’dan taraf çıktığında Lübnanlı şaştı kaldı… Sudan’ın başkentinin adı bile Türkçe Hortum! Bu iyi bir örnek aslında . Adını verdiğimiz Hortum’a bugün aydınlarımız Amerikan aksanıyla Khartom! diyor. Olay budur. Onlar bu uzaklığa bu değişmişliğimize milli olamamamıza şaşırıyorlar… Atatürk Türkiye’si bir zamanlar hepsine emperyalizme direnme gücü vermiş oysa!

GAZETE5- Biraz da iç siyasete ilişkin konuşalım mı? Son dönemde biraz aksayan ancak halen sürdürülen bir “demokratik açılım” var. Bunun Türkiye’ye getirileri, Türkiye’den götürecekleri konusunda düşünceniz nedir?

B. AVAR- Açılım, değişim gibi havada kalan laflara karnımız tok. Türk milleti de bu gibi içi boş laflara itibar etmediğini ispatladı. Burada söylenecek sözü Bismil köyü Muhtarı Mehmet Tanrıkulu aylar önce söyledi: ‘Demokrasi demokrasi diyeceğinize bizim gibi yoksul köylüyü perişan eden büyük toprak ağalarının bölgedeki egemenliğine son verin!’ dedi… Bu gibi politik manevralar ve söylemler Batının psikolojik harp dairelerinin emriyle gündeme gelir… ’Açılım’ ‘değişim’ vs gibi laflar sanaldır anlamsızdır...

GAZETE5- Hükümet bu işi çok ciddiye alıyor ama… Hatta sanatçı ve yazarlardan da destek aramaya başladı. Başbakan Erdoğan’ın sanatçı ve yazarlarla yaptığı açılım toplantılarına siz de davet edildiniz mi?

B. AVAR- Daha önce söylediğim gibi başarısızlığa uğramış ‘açılım’ yani bölücülük adımlarına yaşam öpücüğü verebilmek amacıyla halkın bağrından çıkan, sanatçıları kullanmaya çalıştılar… O da tutmadı. Sanatçıları, yaşlanınca tarla başındaki küçük odalarda aç ölen, hiçbir sosyal güvenliği olmayan bir ülkede, hükümetler ne yüzle şaşaalı kahvaltılarda VIP girişi konuşurlar, onları ne yüzle kimler dinler? Davet aldım mı? TRT‘den küresel ellerce atılmış olan ben, tabii ki hükümet şovlarına davet edilemezdim. Edilseydim, böyle bir şova meze olmam düşünülemezdi..

GAZETE5- Biraz da CHP’yi konuşalım… Malum, siyaset ve Türkiye gündemi CHP’deki değişimi konuşuyor. Baykal’ın istifasıyla sonuçlanan süreci siz nasıl okuyorsunuz? Baykal’ın Pennsylvania göndermesini nasıl değerlendirdiniz?

B. AVAR- Türkiye’de siyaset tahminimizden çok daha karışık… Amerikan istihbaratı açıkça “Meclis’teki tüm partilerin içine nüfuz ettim!” diyebiliyor. Dolayısıyla en üstten en alta kadar kirlenmiş bir siyaset kadrosuyla karşı karşıyayız. Baykal’ın, açıkça adını söyleyemeden Fethullah Gülen’e temenna çakması; durumun, ilişkilerin ne kadar karmaşık olduğunun iyi bir göstergesi... Ne amaçla söylediğini bilemem ama en azından Fethullah Gülen ve onun arkasındaki Amerikan yönetimine bir sempati avcılığı yapıldığı ortada…

GAZETE5- Türkiye’de kültür dezenformasyonuna dikkat çekiyorsunuz. Bu süreç nesilleri ve genel anlamda Türk toplumunu nasıl ‘dönüştürmeyi’ planlıyor?

B. AVAR- Ömür Kurt kardeşimin ‘Banu Avar’la Konuşma!’ adlı kitabında uzun uzun değinildi bu kültürel soykırıma. İlgilenenler okusunlar. Batı yüz yıllardır kolejleriyle, masonik örgütleriyle American board ile verdiği burslarla, yaydığı modasıyla, filmlerle müziğiyle alış veriş merkezleriyle kültürel soykırım yapmaktadır. 1947 anlaşmasıyla Türkiye, Amerika’nın kültür hegemonyasını resmen kabul etmiştir. Eğitim tümüyle ABD ve AB denetimine girmiştir. Medya ele geçirilmiş ve kültürel soykırım en acımasız bir biçimde gerçekleştirilmektedir…

Bu operasyon sonucu aptallaştırılmış, sersemletilmiş, hipnoza uğramış bir gençlik, kadın kitlesi yaratılmak istenmiştir. Ama tüm çabalara yüksek maliyetli ‘projelere’ rağmen bekledikleri oranda başarı kazanamamışlardır. Emperyalizm tüm gücüyle projelerini toplumumuza dayatmaya devam edecek ama karşısında bunları deşifre eden, satın alınamayan aydınlar ve sessizce ve sabırla direnen bir halk bulacaktır.

GAZETE5- Türkiye’de medyanın durumunu nasıl görüyorsunuz? Küresel senaryolarda Türk medyasının “dönüştürüldüğünü” düşünüyor musunuz? Aynı soruyu Türk aydınları için sormak isterim…

B. AVAR- Amerikan senatosunda 1983’de kabul edilen Demokrasi Projesi, çeşitli ülkelerde ‘ince operasyonlarla dönüştürme’ projesiydi... Burada en önemli 2 silah tespit edilmişti. Medya ve Eğitim Kurumlarının ele geçirilmesi… Türkiye’de de bu yapıldı. Yılmaz Dikbaş’ın son makalesinde 2000 gazetecinin AB fonlarından yararlandırıldığı belgeleniyor. Sivil Örümceğin Ağında kitabında Mustafa Yıldırım isim isim, kurum kurum dışarıya cüzdan ve beyin olarak bağlananların listesini veriyor. Daha da somutu ‘Karen Fogg’un Epostalları’ adlı kitabdır. Burada AB yetkilisi Karen Fogg’un e-maillerinde birçok aydın ve gazetecinin nasıl satın alındığının örnekleri vardır…

GAZETE5- Peki aydınlara ve medya mensuplarına yapılan bu öncelikli operasyonun sebebi ne?

B. AVAR- Attila İlhan şöyle özetlemişti: Tam olarak sanayileşememiş, milli demokratik devrimini tamamlayamamış ülkelerde işçi sınıfı öncü güç olarak sınıfsal ağırlığını koyamaz. İşçilerin de içinde olduğu, çiftçi, köylü, esnaf tabakaları yani HALK, tümüyle ezilenleri oluşturur. Bu dağınık grubun, içinde bulunduğu duruma direnç gösterebilmesi, aydınlarla bir araya gelmeleriyle mümkündür. Bunu emperyalizm iyi bilir ve önce her ülkede aydınları kendi tarafına çekmek için düzenekler kurar. Onları Fulbright’larla erasmus’larla eğitir. O aydınları mankurtlaştırır. Onlar artık Batı gözlüğü takarlar. Kendi halklarının yanında değil karşısındadırlar! İşte olan budur…

Ama unutulmasın Batının beslemesi ‘aydıncıklardan’ çok daha fazladır Türkiye’nin aydınlarının sayısı. Sadece sesleri duyulmamaktadır. Çünkü medya operasyonu yapılmış sadece batı gözlüklere duyulma şansı tanınmıştır.

GAZETE5- Türkiye’de etnik çatışma ortamının yaratıldığını savunuyorsunuz. Bu süreç nasıl gelişti? “Etnik sendika” kavramını açabilir misiniz? Küresel senaryolarda sendikaların rolü nasıl belirlendi?

B. AVAR- Bu 1998 Rand Corporation Türkiye raporlarında var. Arslan Bulut bunları hem köşesinde, hem Açılımın Şifreleri adlı kitabında yazdı. Teoman Alili, Yugoslavya dersleri yazısında bunları özetledi. Ayrıca tarih bize Batı’nın yani emperyalizmin her daim etnik ve mezhepsel çatışmaları kullanarak ülkeleri bölüp parçaladığını ve kendi çıkarları çerçevesinde kullandığını belgeliyor.

Biraz önce söylediğim Attila ağabeyin deyimiyle ‘aydınların iğdiş edilmesi’ operasyonu kadar, bu tarihsel dönemin öncü gücü İŞÇİlerin de ‘halli’ gerekiyor. O nedenle şimdi adı bile kalmayan Yugoslavya’da önce özelleştirmeler başladı. Coca Cola gelip ülkenin bağrına yerleşti. İlk adımını etnik sendikacılığı kurarak attı. Sonra düşmanlıklar arttı. Ve Yugoslavya böyle başlayan sürecin sonunda 8 parçaya bölündü… Tüm fabrikaları kapandı. Tüm madenlerine el kondu. Topraklarında üsler kuruldu… İnsanları tüm değerleri unuttu ve perperişan!

GAZETE5- Türklüğe dair her söylem “ırkçılık” eleştirileriyle sindiriliyor. Ancak Batı’da yükselen bir milliyetçilikten söz etmek mümkün… Bu çifte standardı nasıl değerlendiriyorsunuz?

B. AVAR- Türkiye’de bir operasyon yapılıyor. Artık bunu görmeyen kalmadı... Aslında bu yüz yıllık bir saldırının devamı. Batı ‘Türk’ deyince onun çıkarlarını alt üst edecek, emperyal hedeflerine ulaşmasını engelleyecek, üstelik Müslüman olan bir insan topluluğunu düşünür ve nefret ile bu kelimeyi ‘TÜRK’ü özdeşleştirmiştir. Hangi Dünya Düzeni kitabımda alıntıladığım Senatör Dwight Upshow’un sözleri iyi örnektir. Lozan Anlaşması nedeniyle Atatürk’ü ’Timurlenk kadar hunhar, korkunç İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üzerine oturan Cengiz Han kadar kepaze’ diye niteleyen senatör büyük öfkesini şöyle dillendirmişti: Okuyorum: “Lozan’a Türk zaferi dediler!... Dünya parlamentolarını bu anlaşmayı kabule ikna ettiler ve büyük sermaye grupları, ticaret erbabı ve bazı din temsilcileri bile Türkiye’yi uygar uluslar masasında, uluslararası bir konuk durumuna yücelterek, Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler." (1927)

İşte mesele budur. Bugün de Türklüğümüze, dinimize, dilimize, ordumuza yargımıza yüksek ülkülerini korumak adına saldırmaktadırlar. Yüksek ülküleri enerjidir, enerji yollarıdır. Tüm dünya pazarlarını ele geçirmektir...

GAZETE5- Türkiye’nin en çok ülke dolaşan kadın aydınları arasında ilk sırada yer alıyorsunuz.Bu perspektiften baktığınızda, Türk kadınını nasıl görüyorsunuz? Dünya ülkeleri Türk kadınını nasıl görüyor?

B. AVAR- Biraz önce söz ettiğim gibi Demokrasi Projesi ile ‘küresel çete’ yani dünyayı ele geçirmeye çalışan işgal eden küresel şirketler, çokuluslular, birçok ülkede gizli bir savaş yürütüyorlar. Bu savaşın önceliklerinden biri de kadınlar ve gençlerin tahribi… Bu yapılırken 3 alan bozulup dönüştürülüyor. ‘Sivil toplum’ adı altında zehir zerk ediliyor. Bu zehirle siz demokrasi yolunda sosyal, siyasal haklar yönünde ilerlediğiniz zehabına kapılıyorsunuz ve çok fena yanılıyorsunuz. Sadece yanılmakla kalmayıp bir de onların değirmenine su taşıyorsunuz…

GAZETE5- Bu bozulup dönüştürülen üç alan nedir?

B. AVAR- Sendikalar yerine SİVİL (!) toplumun öne çıkarılması! Sivil Toplum örgütlerinin çözüm olarak ortaya konulmasıdır. Bu operasyona göre sivil toplum yavaşça sendikaların yerini alacaktır. İkincisi Feminizm yaygınlaşmalı, iki cins sınıfsal tabanından uzaklaştırılmalıdır. Omuz omuza veren kadın ve erkeklerdense, ortadan bölünmüş sınıflar oluşturmak hedeflenmiştir. Üçüncüsü Çevrecilik akımlarıdır. Sahte bir çevreseverlik yaptırılarak Green Peace gibi sistemin çıkarlarına ‘su taşıyan’ örgütlenmeler yaygınlaştırılır. Bakın Hidro Elektrik santralleri satılıyor. Çevreciler ne diyor? Green Peace’in sesi çıkacak mı bakalım bütün derelerimiz ve akarsularımız çokuluslu şirketlerce tarumar edilirken?!

En fazla 5 yıl içinde tüm otomobillerin elektrikle çalışacağı ve bu bağlamda tüm otomobil fabrikalarının gerekli değişimleri tamamladığı bilgisiyle akarsularımızın ve hidro elektrik santrallerimizin elimizden alındığı bilgisini birleştirin.

Yine kadınlarımıza dönecek olursak kadın en önemli birleştirici örgütleyici ögedir. Emperyalizm o nedenle kadınları pasifize etmeyi ya da cinsel bölünmenin aktörleri haline getirerek işlevsiz kılmayı hedefler. Kadınlar ancak MİLLİ bir HÜKÜMET ile nefes alabilecekler, çalışabilecek üretebilecek vatana ve ailelerine faydalı olabileceklerdir. O nedenle anti emperyalist cephede birleşmeli ve birleştirmelidirler. Önlerine konan sahte gündemi ellerinin tersiyle itmeyi bileceklerdir..

GAZETE5- Ben şimdi soracağım soruyu tüm konuklarıma yöneltiyorum. Türkiye için bir “rejim kaygısı” yaşıyor musunuz? Yanıtınız ne olursa olsun nedenlerini öğrenmek isterim…

B. AVAR- Türkiye Asya’nın kilididir. Ve burada çok büyük oyunlar oynanmakta olduğu bellidir. Bunları sadece Rand Corporation gibi ABD düşünce kuruluşları raporlarından değil, Avrupa ve Amerikan başkanlarının ağzından da duyduk. Asya’nın kilidi olan Türkiye ‘kırılmalı ki’ Batı, Asya’nın derinliklerine elini soksun, nesi var nesi yok el koysun. İşte bu kırılma aşamasında Türkiye’de etnik ve dini parçalama gayretleri var. Osmanlıcılık ile Türkiye’yi siyasi intihara sürükleme gayretleri var. Avrupacılık ile Türkiye’yi var eden tüm parametrelerin yok edilmeye çalışıldığını görüyoruz. Yani ağır saldırı altındayız ama bu pes ettiğimiz anlamına gelmez. Türkler sabırlı insanlardır. Genetik hafızaları inanılmazdır. Ve son noktada ayağa kalkarlar. Bu ülke dıştan ve içten birçok bedhahla uğraştı. Her seferinde kazandı... Son 70 yıldır ne yazık ki ağır bir süreç yaşıyor ama üstesinden geleceğinden en ufak bir şüphem yok? Neden dersen hiç beklenmedik anda insanlar ‘Türkçe’ duruşu ortaya koyarlar! Buna güvenim tam.

GAZETE5- Bu güne kadar kaç ülkeye gittiniz? Bu ziyaretleriniz sırasında sizi en fazla etkileyen ülke hangisiydi? Neden?

B. AVAR- 80 küsur ülkede bulundum. Tabii olarak anne ve babamın kökleri nedeniyle batı Trakya ve Makedonya ve de Dağıstan beni çok etkiledi. Kitaplarımda mesela Avrasyalı Olmak’da bu bölümleri okuyanlar heyecanımı hissedeceklerdir. Ayrıca Venezuela ve Küba da beni çok etkiledi. Caracas’da beni gezdiren genç siyasetçi, 8 yıl gibi kısa bir zamanda Venezuela’nın gönenmesinin sebebi olarak ‘Biz Atatürk modeli uyguluyoruz!’ demiş beni ağlatmıştı..

GAZETE5- Sizi ekranlarda görmeyi özledik. Yeni bir proje var mı?

B. AVAR- Programlarıma devam etmeyi çok isterdim ama davet eden yok ya da bütçe sorunu yaşayan birkaç kanal benim programımı yapabilecek maddi altyapı kapasitesine sahip değil... Umarım bir yol bulur devamlı bir program yapabilirim. Kanal B ile konuşmalar oldu ama nedense oradan da ses gelmedi.

GAZETE5- Günlerinizi nasıl geçiriyorsunuz?

B. AVAR- Kasım 2009 ile Mayıs 2010 arasında 92 okul üniversite ve sendikada konuşmalar yaptım. Yurdun büyük bölümünü gezdim, dolaştım. Bu yıl böyle geçiyor. Ayrıca kitap, makale çalışmalarım var. Tekel İşçileri dayanışma Grubu olarak çalışmalar yaptık. Öğrencilerle gençlerle çok sıkı ilişkiler içindeyim… Bana gün yetmiyor..

GAZETE5- Hangi gazeteleri okuyorsunuz? Sürekli takip ettiğiniz köşe yazarları var mı?

B. AVAR- Tüm gazeteleri okuyorum ama Yeniçağ gazetesini ilk olarak okurum. Orada Arslan Bulut, Selcan Taşçı, Sabahattin Önkibar’a bakarım. Diğer bütün yazarları Afet Ilgaz’ı dikkatle okurum. Akşamda Oray Eğin, Milliyet Fikret Bila Melih Aşık, Vatan’da Can Ataklı, Sözcü’de Necati Doğru ve şimdi aklıma gelmeyen birçok yazarı her gün okuyorum. Özellikle Zaman, Taraf gibi belli sesler çıkaranları izliyor, onlara verilen sinyalleri takip etmeye çalışıyorum.

GAZETE5- Hem şahsınız hem de ülkeniz açısından geleceği nasıl görüyorsunuz?

B. AVAR- Türkiye bir operasyonun ortasından geçiyor .. Ben milli kodlarımıza çok güveniyorum. Bakın CHP’ye ‘fazla milli’ durunca bir operasyon yapıldı… Sayın Kılıçdaroğlu gibi son derece dikkatli, halk tarafından sevilen bir lider başa geldi. Bu iyi tarafı. Ama işin perde arkası çok hareketli... Parti meclisindeki isimlere baktım. Özellikle genç olanların, Batı’nın tedrisatından geçtiklerini görülüyor… Didem Engin adlı genç hanım bir röportajında “Avrupa Komisyonu tarafından eğitildim. Price Waterhouse Cooper's adına ve şimdi de Hazine Müsteşarlığı'na bağlı olan bir kamu kurumunun kurulması projesinde görev aldım. Bu kurum, Türkiye'deki AB destekli projelerin ihalelerini yapmak üzere Avrupa Komisyonu'nun da şart koştuğu bir kurumdu…” diyor. Umut Oran, Korkmaz Karaca, Enver Aysever gibi isimler Avrupa Birliği’nin sıkı destekçileri... Oysa artık bir AB’den bahsedilebilir mi? Sanmam..

Kılıçdaroğlu çevresi bir AB-ABD çemberiyle kuşatılmak isteniyorsa bu kısa sürede koku verecektir. Ayrıca bu ve benzeri operasyonlar dik duran MHP’ye ve dik duran kim varsa onlara karşı da denenecektir. Milli ve gayrimilli arasında yoğun çatışma yaşanacak bir döneme giriyoruz. Milletimiz ve ülkemiz bu tarihsel dönemde adına yakışır bir sağduyu gösterecek ve zeki çözümlerle bu millete düşman olanları hüsrana uğratacaktır.

Bana gelince bastonla da olsa TRT ekranlarına yeniden döneceğim!!

TRT şimdilik işgal altında ama ne fizik yasaları ne tarih, ‘durağanlığın devamlılığını’ kaydetmemiş.. İlâ nihâye böyle gitmeyecek

Banu Avar

İşte İktidarın ve Muhalefetin Çocukları



CHP’nin çiçeği burnunda Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun baterist oğlu Kerem Kılıçdaroğlu’nu ekranlarda gazetecilere çay-kek servisi yaparken görünce aklım iktidarın ve ana muhalefetin çocukları arasındaki yedi fark hadisesine gitti…

Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı döneminde Sezer’in oğlu ve Başbakan Erdoğan’ın oğlu arasındaki farklılıklar sanal alemde elden ele dolaşıyordu.

Fakir – fukara edebiyatıyla iktidara gelip sefahatın, şatafatın, zenginliğin tadını çıkaran bir iktidarın yeni nesli korkunç bir profil ortaya seriyordu.

Havaalanına VIP bölümünden girmeyen ya da Çankaya Köşkü’ndeki düğününün giderlerini, her türlü masrafını kendi cebinden ödeyen Sezer’in oğluyla, babasının makam aracıyla seyahat eden Erdoğan’ın oğlu veya Başbakan’ın uçağıyla maçlara giden Abdullah Gül’ün oğlu arasındaki farklılıklar beni aşağıdaki listeyi hazırlamaya itti.

Buyrun…

Bilal Erdoğan (Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu): Harvard Üniversitesi'ndeki eğitiminden sonra Dünya Bankası'nda çalışmaya başladı. Oğul Erdoğan'ın Harvard'a girmesine kim vesile oldu dersiniz? Daha doğrusu referansı kimdi? Amerikan Başkanı (oğul) George Bush. Ricacı olan ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. (Bu konuyla ilgili detay bilgileri rahmetli Turan Yavuz'un Çuvallayan İttifak kitabında bulabilirsiniz.)

Burak Erdoğan (Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu): İngiltere'deki eğitiminden sonra, Türkiye'de 2,5 milyon dolara 'gemicik' aldı!

Abdullah Unakıtan (Kemal Unakıtan'ın oğlu): Eğitiminden sonra hemen iş hayatına atıldı. Bugün 7 şirketin sahibi durumunda.

Murat Aksu (Abdülkadir Aksu'nun oğlu): Babası Abdülkadir Aksu'nun bakanlığı döneminde TJK hakkında soruşturma açılmış ve hemen ardından avukatlık yapması için TJK bünyesine alınmıştır! 2005 yılında hayali ihracaattan ifade vermiştir. Son BJK Genel Kurulu’nda başkanlığa aday olmuştu.

Ahmet Çağrı Çiçek (Cemil Çiçek'in oğlu): Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'nda görev yapmakta.

Cem Şahin (Mehmet Ali Şahin'in oğlu): AKP'ye yakınlığıyla bilinen Çalık Grubu'nun avukatlığını yapıyor.

Veysi Şimşek (Mehmet Şimşek'in amcasının torunu): Mehmet Şimşek tarafından danışmanı olarak atandı eğitiminden sonra.

Mehmet Emre Gül (Abdullah Gül'ün oğlu): 16 yaşında e-ticarete başladı.

Erkan Yıldırım (Binali Yıldırım'ın oğlu): Denizcilik şirketi sahibi. Kısa bir süre önce İtalya'da 445 bin euroya gemi satın aldı. Verdiği fiyatın bir kısmının şaibeli olduğu iddia edildi.

İsmail Pepe (Osman Pepe'nin oğlu): Müteahhitlik yapıyor. Yaptığı evlerde siyasetçiler oturuyor genelde.

ANA MUHALEFET

Ataç Baykal (Deniz Baykal’ın oğlu): Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görevli Prof. Dr.

Aslı Baykal (Deniz Baykal’ın kızı): Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görevli Prof. Dr.

Kerem Kılıçdaroğlu (Kemal Kılıçdaroğlu’nun oğlu): ODTÜ’de Uzak Doğu ekonomileri üzerine master yapıyor. Müzikle ilgilenmekte ve Sertsessiz isimli bir grubun davulculuğunu yapmakta.

Ali Ersin Kelleci
Odatv.com

İşbirlikçilerin CHP’yi Yönlendirme Gayretleri

CHP’nin başına Kılıçdaroğlu’nun gelmesi, AB’ci ve ABD’ci ekibi hem kaygılandırdı hem de heyecanlandırdı. CHP’deki değişimin ürettiği sinerji ve ivme iktidar getirebilir mi sorusu, bu ekibin bilinç altını giderek rahatsız etmeye başladı. Çünkü onlar sekiz yıllık AKP iktidarı sürecinde kurdukları ilişkilerin geleceğinin buna bağlı olduğunu çok iyi biliyorlar. Her ihtimale karşı bu nedenle CHP’nin AKP’leşmesi hatta DTP’leşmesi için öneri üzerine öneri geliştirmeye başladılar. İktidara endeksli bu kalemler bir yandan CHP’yi yanlış yapmaya zorlarken, diğer yandan da kamuoyuna “umutlanmayın, bu CHP adam olmaz” türünden bir yargıyı yerleştirmeye çalışmaktadırlar.

Yeni bir şey yok!
Bu nedenle CHP’de değişen bir şey olmadığını, dolayısıyla seçmenin yeni bir heyecan duyması için de bir neden bulunmadığını vurgulamaya başladılar. Bu bağlamda Kılıçdaroğlu’nun kurultayda yaptığı konuşmaya üç boyutlu bir anlam yüklediler: Birincisi Kılıçdaroğu’nun kimlik üzerine vurgu yapmamasını, sosyal ve ekonomik konuları gündeme almasını “motor eski, kaporta yeni” olarak değerlendirdiler. Kimlik taleplerinin ekonomik politikalar kadar önemli olduğunu söyleyerek Kılıçdaroğlu’nu adeta kimlik kışkırtıcılığı yapmadığından dolayı eleştirdiler.

Ulusal ile küresel!
CHP’nin yeni genel başkanının konuşmasının eleştirilen diğer bir boyutu ise konuşmada “ulusal vardı, küresel yoktu” denilerek eleştirildi. Kılıçdaroğlu’nun, “küreselleşme” gerçeğini görememekle suçlandı. Üçüncü olarak da Kılıçdaroğlu, Baykal dönemindeki gibi “Ergenekon avukatlığı” ve askerin siyasete “doğrudan ya da dolaylı müdahalesi” konusundaki tavrının aynen devam edip-etmeyeceği hususunun belirsiz kaldığı ifade edildi. Bütün bunların yanı sıra Kılıçdaroğlu’nun kurultayda giydiği gömlek, taktığı kasket ve takmadığı kravat da eleştirilerden yeterince nasibini aldı. Anlaşılan birileri AKP’nin türban üzerinden yaptığı siyasetin benzerini CHP’nin kasket ve kravat üzerinden yapmasını istiyor.

Gerçekte yapılması gerekenler!
Kılıçdaroğlu ekibi, işbirlikçi medyanın, yönlendirici sermayenin ve uluslararası kuruluşların tuzağına düşmemelidir. Mezhepçi, etnikçi, küreselci, aşırı kamucu, AB’ci, ABD’ci etkilerden kendisini uzak tutmalıdır. CHP daha fazla halkla bütünleşmeli ve halkın değerlerinin yanında olduğunu somut olarak göstermelidir. Karşıtlıkların siyasetinin bölücülük anlamına geldiğinin farkına varmalıdır. İnsan merkezli, Türkiye odaklı ve bütüncül bir siyaseti esas almalıdır. CHP, etnikçilere, mezhepçilere, küreselcilere kurban edilmemelidir. Bütün bunlar yokluk, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele ekseni üzerine oturtulmalıdır. Kimlik ve değer üzerinden soyut tartışmalar yapmak yerine halkı yoksullaştıran ve soyan somut olgular üzerinden siyaset CHP’yi iktidara daha çok yaklaştıracaktır. Bunun yolu da işbirlikçi ve yandaşların önerdiklerinin tersini yapmaktan geçmektedir.

Özcan YENiÇERİ

Atma Recep Din Kardeşiyiz

Artık “Cahiliye” Devri’nde yaşadığımıza inanmaya mecbur olduk, “Cahiliye” , islam-öncesi Arap Tarihi’dir ve Arap Doktrini’ne göre, Cahiliye, nursuz, ilkesiz ve tutarsız yaşam biçimi sayılmaktadır.. Biz şimdi Cahiliye’deyiz, çünkü, bugün, Türkiye’de, bir meclis reisi, biz, azalarımızın soyadını alıyor ve başına “sayın” koyuyor ve öyle çağırıyoruz, diyorsa ve bir de “geleneklerimiz budur” yollu ekleme yapıyorsa, ki Millet Meclisi Başkanı Mehmet Ali Şahin bunu demiş ve yapmıştır, mutlak Cahiliye’deyiz. Çünkü, Şahin’e sorarız, bizde soyadı yasası ne zaman çıktı ki, soyadından bir geleneğimiz olsun; bizim, 1930 yılı ortalarına kadar soyadımız yoktu, soyadı yasası ile doğanlar, hala yaşıyorlar ve ne çabuk gelenek olduk, öyleyse Meclis Reisi Sayın Şahin, hem çok bilgisizdir ve hem de çok tutarsızdır.

HEP İNKAR EDİYORLAR
Ayrıca ilave edebiliyorum, “sayın” kelimesi hem Türkçe değil, moğolcadır ve hem de soyadlarından önce kullanılması çok çok yenidir. Biz çok yakın zamana kadar, “sayın” değil, “muhterem” diyorduk, mitinglere “muhterem vatandaşlar” deyip başlıyorduk, Adnan Menderes dahi, İsmet Paşa’ya çok hörmetli hitap etmek istediğinde, pek nadirdir, “Muhterem İsmet Paşa” diyordu. Demek ki bunlar toptan köksüzler, tarihlerini, ananelerini ve köklerini hep inkar ediyorlar.

Soner Yalçın, benden, bu mevzuda bir haber-yazı istediğinde, kütüphanemdeki bütün kaynaklarımı hızla tekrar ettim; tekrar ediyorum, benim için bir tv programına çıkmak veya bir haber-yazı hazırlamak çok zaman alıcıdır, ama, yapıyorum. Bu akepeliler, Adnan Menderes’i çok sever görünüyorlar, inanmıyorum, takiye yapıyorlar; şimdi buna inanıyorum, çünkü hiç bir yerde, hiç bir kaynakta, Adnan Bey’e, “sayın” hitabını bulamadım. Adnan Menderes’in adı “Adnan Bey” idi, sadece çok yakınları , kabine arkadaşları yüzüne karşı “Beyefendi” diyorlardı; bizler Gülsün Toker Bilgehan’ın babası Metin Toker’in çıkardığı “Akis” Dergisi’ni de okuyarak yetiştik, çocuktuk, Akis’te, “Beyefendi” sözü geçtiğinde, Adnan Bey olduğunu anlardık ve biliyorduk.

ÇOK KÜLTÜRSÜZLER
Ne kadar kültürsüz yetişmişler, biz tiyatroyu, Cem Karaca’nın annesi Toto Karaca’nın Ses Opereti’nden, Haldun Dormen’in Küçük Sahnesi’nden ve en çok da Mummer Karaca’nın Maksim Matineleri’nden öğrendik ve sevdik. Muammer Karaca’nın “Cibali Karakolu” ile “Etnan Bey Duymasın “ oyunlarını kim unutabilir, klasiktirler. “Etnan”, o zamanın a la franca güzel kadınların “Adnan” telaffuzudur, o zaman Adnan Bey Başvekil idi, Karaca korkudan da “Etnan” demiş olabilir, Bulvar Tiyatrosu yapıyordu, kurnazdırlar ve yazıldığına göre Meclis Başkanı Refik Koraltan gitmiş görmüştü ve sonra da Başvekil Adnan Bey’e gelip “Beyefendi, tam sizi oynuyor, mutlak gidin” demişti. Adnan Bey, eşleri Berrin Hanımefendi ile gidip seyretmişti, 1955 veya 1956 diyebiliriz, sonra, oyunu kaldırdılar.

Başvekil Adnan Menderes’in adının önüne veya arkasına kimse “sayın” koymadı, Adnan Bey yaşadığı sürece “Sayın Menderes” denmesini bilmezdik, böyle bir hitabımız yoktu. Şimdilerde bazı cahil ulemanın söylediği üzere yalnızca yakınları “bey” demezdi, herkes “bey” demesini biliyordu, karşıtları da “bey” diyordu, İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker’in anılarında var, 1960 Nisan Ayı’nda, Menderes, Moskova’yı ziyaret edeceğini açıkladığı zaman, Paşa, “Fatin ile Adnan Bey tehlikeli bir oyun oynuyorlar” buyurmuştu. Haziran başında çıkacak olan “Gizli Tarih – Fitne” çalışmamda kaynakları yazılıdır.

YA RAB TÜRKLÜK NEDEN SOYSUZLAŞIYOR
İsmet Paşa, hem böylece tarihe not düşmüş, Adnan Bey’in yakın düşüşünü görmüş ve hem de bunu önlemek için, Meclis Kürsüsü’ne çıkıp “Başvekil seçim tarihini ilan etsin, desteklerim” buyurmuştu. O halde ve özetle, bizde, 1970 yıllarına kadar, hitapta, “sayın-mayın” yoktur ve “sayın” daha çok Bülent Bey’in sirkülasyonu oldu ve çok yenidir. Peki akepeliler mi, onlar ki şimdi kendilerine “Sayın Recep” denmediği zaman bunu hakaret sayıyorlar; “Ya Rab, Türklük neden bu kadat soysuzlaşıyor” demek zorundayım. Diğer taraftan bu günlere Kemal Bey’in yeniden tedavüle koyduğu “Recep” adı ise, müslümanlara Cahile Devri’den geçmişti, putperest Araplar’ın da adıdır, demek istiyorum.

Bize, Cumhuriyet Türkiyesi’ne, çok güzel bir sözcük bildiğim “hocam” bir kenera konulursa, Osmanlı’dan, “efendi”, paşa ve “bey” kelimeleri miras kaldı. Bunlardan, Soner’in kitapların adı olan “Efendi”, Grekçe “Ofendis” sözcüğünün bizim dilimize uydurulmuş şeklidir, tebamız “Rumlar”, yöneten Türkler’e “efendi” derlerdi, biz Yunaniler’den aldık. Misal mı, büyük aydınlarımızdan Agah Efendi’yi biliriz, ancak şehirleşme ve apartımanlaşma sonunda bu sözcüğü yitirdik, “efendi”, şaban veya “irecep” türü, yoksullara ve biraz da az akıllılara verilen ad oldu. Çünkü apartmanlarla beraber kapıcı sınıfı yükseldi, hanımlar, balkonlardan “mehmet efendii” diye bağırmaya başladılar, okumuşlar, iyi aile mensupları, kendilerine, şaban, ya da recep ya da efendi, denmesini istemediler. Efendi’yi yitirdik, artık başına “bey” ya da “hanım” koymadan kullanamıyoruz. Ne Yazık, efendilerden, bir tek “Gülen Hoca” Efendi’ye kaldık, doğrusu, fazla bile geliyor.

AMERİKALILAR ÖYLE DER
Geriye “Paşa” ve “Bey” hitaplarımız var, ama , bu Mehmet Ali Şahin Bey ne kadar bilgisiz, biz, Albaylığı’nın sonuna kadar Mustafa Kemal Bey ya da İsmet Bey diyoruz, ve sonra Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa geliyorlar. İlk okul kitaplarımızda yazıyor, demek Sayın Şahin okumuyorlar. Tarihimizde , kültürümüzde “Kemal Bey” sözcüklerini duyarsak, bunu “Namık Kemal” biliriz. Başkasını bilmeyiz, Şadi Cindoruk hatırlar mı, benim arkadaşım ve Hüsam’ın kardeşidir, Hüsamettin Cindoruk, Hürriyet Partisi il başkanı idi, Turan Güneş yönetici, bizi desteklerlerdi, Parti’de seminerler düzenlerdik, Fevzi Lütfi’yi de konuştururduk, İttihat ve Teakki’den gelmişti, “Ziya Bey” derdi, biz Ziya Gökalp bilirdik. Bizde Enver Bey var, bizde Cavit Bey var, soy adları yok ki başlarına “sayın” takalım, demek bilmezler arasında yaşıyoruz. İşte geleneğimiz budur.

Şimdi televizyon programı yapanlar da çok ahmak ve cahil oluyorlar “Başbuğ Paşa” diyorlar, utanıyorum, bizde Kemal Paşa var, Enver Paşa var, Cemal Paşa var ve İlker Paşa var. O dedikleri yoktur, sadece “Orgeneral Basbuğ” olabilir, Amerikalılar böyle derler, biz demeyiz. Şahin, soyadını alıp başına sayın deyip çağırıyormuş, o dediği Amerika’dadır. İkinci Vatan’a, Amerika’ya, son gittiğinde Tayyip Bey, CNN’de Amanpour ile konuşmuştu, “Mister Erdogan” dediler, Amerika’da doğrudur. Mister Erdogan’ı, en doğru “Bay Erdoğan” veya “Erdoğan Bey” ya da “Saygıdeğer Erdoğan” olarak anlamak zorundayız, “sayın” fetişi yoktur. Buradayız ve “Ne Türkiye” diyorum, akepe’den Hüseyin Çelik, Kemal Bey, “Sayın Recep” demediği için ağlamaktadır. Ben de köksüzlüğüme, sonradan görmüşlüğümze ağlıyorum.

CNN’de sunucu Christian Hanım, İrani bir babadan olma ve Amerikan bir anadan doğmadır; “amanpour”, biz “amanpur” diyoruz, “lütüflu”, ya da “aman-veren” anlamına geliyor ve biz “Hanım” sözcüğünü İran’dan ödünç almıştık. İranilere, İran’ı yöneten Moğollar’dan geçmişti, aslı “Han” ve –ım, bizdeki türden “benim” eki oluyor ve İran’da beylere de “aga” diyorlar, “Aga-i Ahmedinejat”, Ahmedinejat Beyefendi, demektir ve başka deyişleri yoktur. İraniler de bunu yine Moğollardan tevarüs ettiler ve biz “ağa” veya “ağabey” olarak kullanıyoruz. Yine çok üzülüyorum, cahil televizyon spikeri kızlar, pek çok zaman, “abi” diyorlar ki, öyle bir sözcüğümüz mevcut değildir, “abi”, Ağabey’in bozulmuş şeklidir. Aile içinde kullanırız ve dışında kullanamayız.

SAYIN OLMAK İSTİYORLAR
Şimdi önümde, Dr. Mükerrem Sarol’un “Bilinmeyen Menderes” çalışması var, Soner’in hatırı için baştan sona taradım, hiç bir yerde “sayın “ yok ve Dr. Sarol, “Menderes” ve yüzüne karşı da “Beyefendi” diyor; Adnan Bey, Sarol’a “Doktorum” yollu hitap ediyor. Bir yerde “Beyefendi, Cumhurbaşkanımızın yaptığı incelemeler..” demektedir; basımı 1983 tarihlidir, “sayın” henüz girmemiştir ve Sarol, kitabında “Adnan” da demektedir. Öyleyse bu akepe şefleri altı delik ayakkabı ile başladılar ve çok zengin oldular ve şimdi “sayın” olmak istiyorlar. Bunu, kont veya baron türünden bir ünvan sandıkların kuşku duymuyorum.

Samet Ağaoğlu’nun “Arkadaşım Menderes” kitabına bakıyorum, “Fatin Rüştü bir aralık yanıma geldi” yollu yazıyordu, “Bak Samet Bey, dedi, Adnan Bey, mağlup bir kumandana ne kadar benziyor, üstünde sadece üniforması eksik”; işte hepsi budur. “Sayın-mayın” bizde yoktur. O kadar öyle ki, Soner ödev verdi, Vehbi Koç’un anılarına da baktım, Cumhurbaşkanı Celal Bayar için sadece “Celal Bey” yazıyor, “akrabalarımdan Nihat Karaveli Bey” diyor, gelmiş, “Celal Bey’i davet edeceğim” demiş, Vehbi Bey’i de çağırmış, bu davet 1978 yılındadır. Demek, Kemal Bey’in, Tayyip Bey’e “Sayın Recep” denmemesini bir complex d’inferiorité meselesi yapanlar, Cahiliye’den gelenlerdir. Biz “Bey” biliyoruz.

ÖLÜMDEN KURTARMAK
Soner ödev verdi, bir günüm gitti, ama yine de teşekkür ediyorum, çünkü, Menderes’i çalışırken o günleri tekrar inceledim, bu günlere ne kadar çok benziyor, şaşırmamak durumundayız. Şevket Süreyya’nın Menderes’in Dramı’nda, İnönü’nün, “Başvekil kürsüye çıksın ve seçim tarihini ilan etsin, kendisini derhal destekleyeceğim” sözü de var, tekrarlıyorum. Menderes’i ölümden döndürmek istiyordu ve Metin Toker’e de, “Adnan Bey tehlike ile oynuyor” dediğini not etmiştim. Demek, daha 1960 yılına kadar ve sonrasında da “Sayın Başbakan” lafını bilmiyorduk. Sadece Başvekil’i ölümden kurtarmaya çalışıyorduk. İşimiz ölümden kurtarmaktır.
Türk dilinin büyük etimoloğu Clauson, “Bey” sözcüğünün, aslı “Bek” ya da “Beğ”, Çince’den geldiğini ileri sürüyor. Bizim büyük aydınımız ve dilcimiz Ataç da yabancı kökenli sayıyordu, önümde Ataç’ın “Günce 1953-1955” derlemesi var; içinde bir tek “bey” kelimesi geçmiyor, Ataç, yabancı sözcükleri reddediyordu ve hep “Bay Adnan Menderes” diyordu, bizi çok etkilemiştir, ancak, “Bay Mahmut Makal” da diyordu, Türkçe’de sıfat, “yeşil kitap” örnektir, başta geliyor; Ataç, “Bay Menderes “ deyişini canlandırmıştı. Ama herkese dediği için ve daha önce Türk Dil Kurumu tarafından da kullanılıyordu, pek rahatsızlık yaratmadığını biliyoruz.

CHP GELENEĞİ
Sırada Nihat Erim var, Günaltay Kabinesi’nde başbakan yardımcısı idi, iktidardan düştüler ve 1950 yılında CHP yayın organı Ulsu Gazetesi’nin başına geçti, Başvekil Adnan Menderes kapattı, Yeni Ulus oldu, kapattı, Halkçı çıktı ve Erim hep başındaydı. İşte burada Nihat Erim, öyle hatırlıyorum, birden bire, “Bay Menderes” demeye başladı, Adnan Bey üzerinde, şimdiki zamanlardaki sayın’ı eksik “Recep Bey” etkisi yaptığını düşünebiliriz. Doğru, “Bay Menderes”, Brechtien tiyatroda y-effekt olmaktadır, yabancılaştırıyor ve ilgisi varmı, söyleyemem, Nihat Erim üzerine baskılar arttı, 1955 yılına gelmiştik ki Nihat Erim teslim oldu. Nihat Erim bundan sonra Adnan Bey’e müşavirdir ve 1960 yılına kadar, Menders’in yanında kaldı, ama ne talihsizlik, 27 Mayıs Devrimi yetişti. Erim, artık düşmüş olan Adnan Bey’î suçladı ve belki de karşılığıdır, 12 Mart Darbesi’nde başbakan oldu ve 12 Eylül Darbesi’nden hemen önce, 1980 başında solcu gençler tarafından öldürüldü. “Bay” sözcüğünün kıssası budur.

Kıssadan hisse çıkarabilirmiyim, Deniz Baykal’ın istifası ile 12 Mart 1971 tarihinde chp genel sekreteri Bülent Ecevit’in “darbe bana yapılmıştır” diyerek ayrılması arasında parellellik kuranları pek yadıgayamayız. Ecevit, ayrıldı ve Darbe sönerken geldi ve chp genel başkanlığını, İsmet Paşa’dan aldı. Paşa, yeni genel başkan Ecevit’in önünde ceketinin düğmelerini ilikledi ve saygıda kusur etmedi. Son tv festivalinden, Baykal’ın da Kemal Bey’in önünde düğmelerini ilikleyeceğini ve sık sık alkışlayacağını öğrenmiş bulunuyoruz. Chp geleneğimiz işte budur ve burada duruyorum.

İşte bu “sayın” sözcüğünü enflasyona uğratan bu Bülent Bey’dir. Her gördüğüne “sayın” diyordu ve nerede ise “Sayın Çınar” veya “Sayın Kabak” demeye başlamıştı ve ben hiç sevmedim ve alışmadım. Kitaplarımda dahi “Adnan Bey” ve “Bülent Bey” yazmayı sürdürdüm. Televizyon programlarında ise hep “Tayyip Bey” diyordum, bilgisiz olduğunu da ekliyordum. Kemal Bey, daha ileri gidiyor, normal zamanlarda “Sayın Tayyip Bey” derken, bilgisiz ve tutarsız olduğunu anlatırkan “Recep Bey” tabir ediyor ki çok doğrudur. Müthiş bir tasnif ve kutluyorum.

Pek çok dilde “s” harfi pek duyulmaz ve biz bu nedenle olabilir, başına “i” koyarız, “İspanya” diyoruz. Parisliler “r” sesini bizim yumuşak g’ye benzetirler, biz de pek korkarız ve bu nedenle “irıza” ve “irecep” deriz. Üstelik, irecep’leri şaban’a yaklaştırırız, “atma recep, din kardeşiyiz” bu anlamdadır. O halde Kemal Bey Dostumuz’u gerçekten kutluyorum, politikaya yüksek nükte kabiliyeti ile başlamış olmaktadır.

DENİZ BAYKAL’I KISKANDIM
Hepsi bu kadar, Soner’in verdiği ödev tamamlamıştır. Ancak izin veririse, Deniz Baykal’ın son televizyon şölenini biraz kıskandığımı söylemek istiyorum. Siyaset yolunda uğradığı haksızlık ve zülumları pek güzel anlattı; benimki o kadar olmadı. Sadece sürgindeyken, ikisi en çok üç sene bulacak, hapis cezasını çekmek üzere, Paris’ten döndüm, ama, Yüce Devlet, kırk kadar dava açtı, bunlardan istenen ceza yüz yılı aşmıştı, Gebze’de yatarken otuz beş yıl kesinleşmişti. Dgm ve Kemal Bey’in kaldırıcağı “özel yetkili mahkeme” demektir, savcılar ne istedi ise yargıçlar verdiler, sadece birinden affettiler. Ben yüz yıllık mahkumiyet talebinden sadece beş yılı kurtarabildim, Öcalan’a “sayın” demekten yargılanıyordum, fiyatı yaklaşık beş yıldır, savundum, aman diledim, mahkeme, sadece bu savunmamı kabul etti ve “Bu sözcükten, sayın, nefret ederim ve hiç kullanmadım” dedim. Kabul ettiler ve aman verdiler. İstedikleri ceza böylece 35 yılı temyiz’den kesin, 95 beş yıla inmiş oluyordu. Hepsi budur.

Neden mi nefret ettim, 1970 yıllarıydı, Bülen Ecevit, her akşam televizyonda görünüyor ve “Sayın Türkeş katildir” diyordu. O sıralarda tek televizyon var, izlemeye mecburuz, ve Türkeş çıkıyor, “Sayın Ecevit hırsızdır” buyuruyordu. Biz uzun zaman, sayın’ın ya “hırsız” ya da “katil” olacağını öğrendik, bu yüzden, sayın’dan nefret ettim, geleneğimizde nefret var. Üstelik mahkeme başkanlarım, Orhan Karadeniz ve Turgut Okyay da bunu biliyorlardı ve bir tek burada bana inandılar. Sayın’dan beni berat ettirdiler.

RAHŞAN ECEVİT’E 30 YIL BORÇLUYUM
Şu akepe şeflerine bakın, hırsız ve katil sıfatlarıyla özdeş “sayın” kelimesini alamadıkları için ağlıyorlar. Demek gözleri doymamaktadır. Peki kesinleşen otuz beş yılın tamamını çektim mi; hayır, beş beş toplamışlardı, ünlü “Rahşan Affı” ile hapisten çıktım. Doğrusu Rahşan Hanımı da uzun yıllar hiç görmemiştim, Kurultay’da görünce pek sevindim. Ne de olsa kesin otuz yıllık hürriyetimi borçluyum ve Kemal Bey’in atik davranarak Rahşan Hanım’ın yanına gitmesini de ani ve isabetli karar verme kabiliyeti olarak anladım. Güzel, her politikacı için yararlı ve gerekli bir kabiliyet olduğunu biliyorum.

Yalçın Küçük
Odatv.com

27 Mayıs 12 Eylül’e Karşı

TEORİ dergisinin Mayıs/2010 sayısını “27 Mayıs Özel Sayısı” olarak yayımladık. Oradaki, “27 Mayıs: Kemalist Devrim’in 20. yüzyıldaki son atılımı” başlıklı yazıda şu saptama yapılmıştı: ”Bu ay, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin 50. yılına gireceğiz. Hiç şüpheniz olmasın, Mayıs ayı boyunca ve özellikle 27 Mayıs haftasına girdiğimizde, liberal etiketlisinden Haçlı irtica “Müslüman”ına, Soros solcusundan Batıcı Kürt milliyetçisine kadar bilumum mandacı-işbirlikçi takımı, holding medyası üzerinden 27 Mayıs’a karşı bir ‘Haçlı Seferi’ düzenleyecektir. Türkçeye dünyanın en güzel şiirlerinin dili olma onurunu kazandırmış büyük devrimci şairimizin dizeleriyle, 27 Mayıs’a karşı, ‘Gözleri, kulakları, elleri, ayaklarıyla/ Han, hamam, apartıman ve konaklarıyla/ 16 sayfaları, baskı makinaları-tanklarıyla/ Yamak ve yardaklarıyla/ hücuma kalkacaklar’dır”.

D. Baykal ve CHP’ye komplo kasetlerinin toz dumanı içinde kamuoyunun dikkatinden kaçtı, ama beklenen oldu. Karşıdevrim cephesi, 27 Mayıs haftasını bile beklemeden hücuma geçti. Fethullah’ın haftalık Aksiyon’u, 27 Mayıs haftasındaki sayısında kullanacağı “saldırı hakkını saklı tutarak”, ateşe daha Mayıs ayına girmeden, Nisan’ın sonunda başladı. Mayıs’ın 1’i ile birlikte ise, Doğuş Holding’in NTV Tarih dergisi, “Hasta demokrasiyi öldüren darbe: 27 Mayıs” ve “liberal-demokrat İslamcı” Haksöz grubunun Umran dergisi, “27 Mayıs’ın gölgesinde siyasetsiz siyaset” kapakları ile ateşe başladılar.¹ Aydın Doğan’ın yayınevi, hazırlığına çok önceden başladığı saldırıda, Nazlı Ilıcak’la saflarda yerini aldı.² Bunları, ortak bir konferansla, Soros beslemesi Helsinki Yurttaşları Derneği ve Türkiye’deki Alman vakfı Heinrich Böll Stiftung izledi.³

KARŞIDEVRİM CEPHESİNİN TEZLERİ
27 Mayıs, 12 Eylül darbesiyle girilen gericilik yıllarında, tarihimizdeki, her renk ve meşrepten karşıdevrimcinin en çok saldırdığı devrimci hareketlerden biri oldu. Bu yazıda, karşıdevrim cephesinin 27 Mayıs’a saldırı tezlerinin başlıcalarını yanıtlayacağız.

Adlarının başında “sol”, “sosyalist”, “emek/emekçi”, “özgürlük”, “demokrasi” vb sıfatlar bulunanlar da dâhil, 27 Mayıs’a saldıranların başlıca tezleri şunlardır:

- 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül’den bazı farklılıkları olsa bile, sonuçta onlar gibi askeri bir darbedir; bir askeri harekettir. Askerden gelen her hareket ise, antidemokratiktir, kötüdür; sivil olan her şey, iyidir, demokratiktir.

-27 Mayıs, seçimle gelmiş meşru hükümeti devirmiştir; Türkiye’de hükümetlerin seçimle gelip seçimle gitmesi yerine, askeri darbelerle devrilmeleri geleneğini başlatmıştır. Millet iradesine karşı, toplum inisiyatifine (”sivil topluma”) dayanmayan, tepeden inme bir harekettir. Bu yönleriyle, parlamenter demokrasiye, Türkiye’de Batı (ya da AB) standartlarına uygun bir demokrasinin yerleşmesine zarar vermiştir.

-27 Mayıs, egemen sınıflar arası bir çatışmadır; sanayi burjuvazisi-yüksek bürokrasi ittifakının ticaret burjuvazisi-toprak ağalığı ittifakına karşı bir hareketidir. Ekonomik, siyasi, kültürel, ideolojik alanda birincileri öne çıkaran; egemen sınıflar içi hiyerarşinin en üst basamağına birincileri yerleştirmeyi amaçlayan bir hükümet darbesi idi. Halkın, tümüyle dışında olduğu; çatışan güçlerden biriyle birlikte olmasını gerektirecek bir durumun olmadığı bir hareketti.

27 Mayıs’a yapılan “sol”, liberal, irticai, Kürtçü, vb her kılıktan saldırı, bu tezlerin çeşitli karışımları ve türevleri ile yapılmaktadır.

Bunlar içinde en gerçek dışı olanı ve en ikiyüzlüsü, “Hepsi de askeri darbedir ve antidemokratiktir” yaftalamasıyla, 27 Mayıs’ı 12 Mart ve 12 Eylül’le aynı kefeye koyarak yapılan saldırıdır. Üstelik bunun şampiyonluğunu da, 12 Mart ve 12 Eylül’ü desteklemiş olanlar; bu “our boys” darbelerinin ürünü olan, onların besleyip büyüttüğü unsurlar yapmaktadır. Bu yanardönerliğin “ünlü” temsilcilerinden bazılarını sayalım: 12 Mart ve 12 Eylül’ün şakşakçıları Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak. 12 Eylül hükümetinin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Turgut Özal’ın bürokrasi kadrosunun yıldızı Hasan Celal Güzel. 12 Eylül’ün iktidar yolunu açtığı T. Özal’ın kurye gazetecisi Cengiz Çandar; 12 Eylül’ün romancısı Ahmet Altan; 12 Eylül döneminde “Kenan Evren cennetliktir” fetvasını veren Fethullah Gülen... 12 Eylül’ün “din birleştirici ve lazım” olarak formüle edilip “tarikatlar lazım” olarak uygulanan siyasetinin fideliğinde yetişen T. Erdoğan’lar, A. Gül’ler...

Ama daha da garibi ve acı olanı, 27 Mayıs’a, “sol” adına, “solculuk” adına bunların kuyruğunda saldıranların tutumudur. Bunlar, Türkiye sosyalist hareketinin 1960 ve 70’lerdeki 27 Mayıs değerlendirmelerini; Nazım Hikmet’in, TİP’in, Mehmet Ali Aybar’ın, Hikmet Kıvılcımlı’nın, Behice Boran’ın, (bugün o günlerdeki değerlendirmesinden dönmüş olsa da) Mihri Belli’nin, Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın, hatta İbrahim Kaypakkaya’nın, 27 Mayıs’a sahip çıkan, onu olumlayan görüşlerini bir kenara atarak, “insan haklarıcı”-“sivil toplumcu” Batıcı solculuğun kuyruğunda hidayete erip, bugünün “our boys”larıyla ağız birliği etmektedirler.

27 MAYIS’IN 12 MART VE 12 EYLÜL’LE KARŞITLIĞI
27 Mayıs; gençliğin, aydınların, basının, CHP ve CKMP muhalefetinin, DP iktidarının parlamenter faşizme yönelen tutumuna karşı yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti. Daha da önemlisi, başarıya ulaştıktan sonra yaptığı düzenlemelerle, 1960’lardaki, Türkiye tarihinin en büyük, en kitlesel emekçi eylemlerinin önünü açtı. 12 Mart ve 12 Eylül ise, sistemin denetiminden çıkma “tehlikesi” taşıyan kitle mücadelesini zapturapt altına almak amacıyla gerçekleşti.

27 Mayıs’ın sloganı “Hürriyet” iken; 27 Mayıs, “Kahrolası diktatörler” diye bağıran kitlelerin mücadelesinden güç alırken; 12 Mart’ın sloganı, 27 Mayıs Anayasası’nın toplumun bedenine “bol geldiği ve bol gelen elbiseyi (özgürlükleri) daraltmak”tı. 12 Eylül ise, toplumun alt sınıflarına 27 Mayıs’ın sağladığı demokratik hakları, “güvenlik ve huzuru tehlikeye sokan aşırı serbestlikler” olarak ilan etti.

Kendinden önceki dönemle ilgili olarak 27 Mayıs’ın saptaması, “hürriyetlerin yetersizliği ve var olan yetersiz hürriyetlerin bile bastırılıyor olması” idi. 12 Mart’ın saptaması ise, Memduh Tağmaç’ın ifadesiyle, “Toplumsal uyanışın ekonomik gelişmeyi geçmesi”, yani “hürriyet fazlalığı” oldu. 12 Eylül diktatörlükte daha da ileri gidip, 27 Mayıs’ın açtığı kanaldan gelişen hürriyetlerin “anarşinin kaynağı” olduğu tezine dayandı.

27 Mayıs, DP iktidarının bastırdığı ve ikide bir tırpan attığı solun önünü açtı; 12 Mart ve 12 Eylül, 27 Mayıs’ın açtığı kanaldan filizlenen sol’a tırpan salladı.

27 Mayıs işçi haklarını ve sendikal özgürlükleri genişletti. 27 Mayıs’ın sağladığı hak ve özgürlükleri kullanarak Türkiye işçi ve sendikacılık hareketi 1960’lı ve 70’li yıllarda tarihinin en büyük atılımını yaptı. 12 Mart ve 12 Eylül ise, işçi sınıfı önderlerini, sendikacıları hapse attı; sendikaları faaliyetten alıkoydu ve kapattı; grev ve toplusözleşmeyi yasakladı. Sendikal örgütlenme, grev ve toplusözleşme haklarını alabildiğine daralttı. TÜSİAD patronlarına, “Şimdiye kadar [27 Mayıs’tan beri] onlar[işçiler] gülüyordu, şimdi gülme sırası bizde”(Halit Narin) dedirtti.

27 Mayıs, toplumumuzda yeniden bağımsızlık ve yurtseverlik bilincini geliştirdi, sosyalizme alan açtı. Bunlar ise, Amerikan emperyalizminin Türkiye üzerindeki denetimini zayıflattı. ABD’nin Akdeniz’deki jandarma gücü 6. Filo’nun Türkiye limanlarına ayak basamamasına yol açtı.

27 Mayıs parlamentoda, 1946’dan sonra ABD ile imzalananı gizli ikili anlaşmaların hesabını sordu.* Tepesindeki, Amerikalı nalbant çavuşun parkasını tutan Rüştü Erdelhunları devirdi ve hapse attı.** DP hükümetinin Kore’ye gönderdiği tugayı (hem de ABD’nin karşı çıkmasına rağmen) geri çekti. 12 Mart ve 12 Eylül ise, ABD’nin “our boys” dediklerinin emir-komuta zincirinde gerçekleşti. Türkiye limanlarını tekrar 6. Filo’ya açtı. TSK’nin NATO’ya ve Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığını tahkim etti.

12 Mart ve 12 Eylül’ün generalleri emekli olur olmaz holdinglerde kapılandılar. 12 Eylül’ün beşlisi kendi içinden, “Dünyanın en zengin beş generalinden biri”ni çıkardı. 27 Mayıs’ın liderleri ise, ölünceye kadar, sadece devletten aldıkları emekli maaşları ile ellerinde file, çarşı pazar halkın içinde oldular.

DEMOKRASİ, SİVİLLİK, PARLAMENTER ÇOĞULCULUK VE 27 MAYIS
Yukarıda 27 Mayıs’ın toplumsal-sivil desteğini saydık. Bu destek, 27 Mayıs sadece askeri inisiyatife değil, en az onun kadar sivil inisiyatife de dayandığını göstermektedir.

Ayrıca, “sivil inisiyatifin” DP iktidarınca işlemez hale getirilen en temel mekanizmasını (parlamenter çoğulculuğu ve parlamenter yoldan iktidar değişikliğini) yeniden işler hale getirmiştir. Hatta salt yeniden işler hale getirmekle de kalmamış; DP iktidarının son döneminde örneği görüldüğü gibi, bunların parlamento çoğunluğuna dayanılarak ortadan kaldırılmasının yollarını kapatan önlemler almak suretiyle ,“sivil inisiyatif”in işlemesini daha da sağlamlaştırmış ve güvenceye almıştır. Anayasa Mahkemesi, çift meclis (Meclis ve Senato), yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi, idarenin işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tabi olması gibi önlemler, hep, parlamentoda çoğunluğu bir şekilde ele geçiren egemen sınıf kanadının, bu çoğunluk gücüne dayanarak gerek parlamenter alanı, gerekse serbest siyaset yapma kanallarını rakiplerine kapatmasını önlemek için getirilmişti. Almanya’daki Hitler örneği bir yana; bizzat DP iktidarında görülmüştü ki, parlamento ve parlamenter sistem, sadece kumandası askeri olan askeri darbelerle değil; kumandası sivil ve parlamenter görünümlü olan ama zor gücü olarak yine askeri-polisi devreye sokan (başka türlüsü de mümkün olmaz) “sivil inisiyatifler”le de işlemez hale getirilebiliyordu.

27 Mayıs, aynı zamanda askeri inisiyatife (ordunun tepesine) karşı bir isyan hareketidir. “Askeri inisiyatifin”, parlamenter faşist bir diktatörlüğü gerçekleştirmenin gücü olarak kullanılmasına karşı olan, onu bertaraf eden bir harekettir. 27 Mayıs, ordunun tepesindeki 280 generalden, Genelkurmay Başkanı ve Sıkıyönetim Komutanlarını hapse atmış, 240 tanesini de emekli etmiştir. 12 Mart ve 12 Eylül ise, ordunun Amerikancı tepesinin tabanına karşı hareketleridir. Her ikisi de, yüzlerce genç yurtsever subayı ordudan atmış ve hapse göndermiştir.

27 Mayıs, parlamenter çoğulculuğu korumak ve yeniden işletmekle de kalmamış, onun sınırlarını daha da genişletmiştir. Egemen sınıfların iki kanadı arasındaki 1946 uzlaşmasına dayanan parlamenter çoğulculuğa, orta sınıflar ve emekçi sınıflar da içinde olmak üzere, toplumun daha geniş kesimlerinin dâhil olmasını sağlamıştır. Getirdiği ve “Milli Bakiye” adıyla anılan seçim sitemi, parlamenter çoğulculuğu toplumun alt sınıflarına açan diğer bir demokratik kanal olmuştur. 1965’de TİP, bu kazanım sayesinde parlamentoya girmiştir.

Amerikancı “sivil toplumcu”ların ve neoliberallerin piri olan T. Özal ve “idol”ü olan T. Erdoğan’ların %10’luk seçim barajlı “parlamentoculuğu”nun ve “sivilliği”nin mi demokratik ve çoğulcu; yoksa Anayasasından seçim sistemine kadar, parlamenter çoğulculuğun genişletilmesini ve seçimlerle beliren “millet iradesinin” sonuna kadar parlamentoya yansımasını sağlamış 27 Mayıs’ın mı demokratik, çoğulcu ve sivil olduğunun takdirini vicdan sahibi insanlara bırakıyoruz

27 MAYIS VE BASIN YAYIN ÖZGÜRLÜĞÜ
27 Mayıs, Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük aydınlanmasının yolunu açtı. O aydınlanmanın önemli bir ayağını, sosyalist aydınlanma oluşturdu. DP iktidarında baskılanmış edebiyat, tiyatro, sinema, müzik başta olmak üzere, sanat ve sanatsal üretim, 27 Mayıs’ın sağladığı özgürlük ortamından ve aydınlanmadan beslenerek 1960’lardaki altın yıllarını yaşadı. Türkiye’nin düşünce ve kültür hayatı çeşitlendi, zenginleşti. Bilimsel araştırma ve yayınlarda patlama yaşandı. Üniversiteler idari ve bilimsel özgürlüklere kavuştular.

12 Mart ve 12 Eylül ise, 27 Mayıs’ın özgürleştirdiği üniversiteleri “anarşi yuvası” olarak damgaladı. Üniversiteleri, Türkiye’nin en kıdemli Amerikancılarından İ. Doğramacı’nın YÖK’ü elinde, dinci kadrolarla doldurdu ve adeta Kuran Kursları’na dönüştürdü. Tarikat ve cemaatlerin önünü açtı. 12 Eylül döneminde, sol, bağımsızlıkçı, yurtsever düşünceler taşıyan bütün yayınlar yasaklanırken, dini yayınlarda patlama yaşandı. Atatürk’ün “Bursa Nutku” yasaklanırken, Fethullah’ın Sızıntı’sının bütün okullara, yurtlara sızmasının önü temizlendi. A. Gül’ler, T. Erdoğan’lar, Fethullah kadroları işte bu gübrelenip sulanan ve çapalanan fidelikte serpilip geliştiler.

DP iktidarının basın üzerindeki kurduğu baskı, Türk basın tarihinin, gazetecilik ve iletişim okulları ders kitaplarında büyük bir bölüm işgal eden en karanlık sayfalarını oluşturur. Sansürlenen sayfalar, kâğıt tahsisi kesilen gazeteler, iktidar veya “büyük müttefik” ABD ve NATO ile ilgili hoşa gitmeyen en küçük haber ve yazı yüzünden kendisini Tahkikat Komisyonu önünde ve hapishanelerde bulan gazeteciler, 1950’li yılların ikinci yarısındaki basın yaşamının adeta sıradan olayları haline gelmişti.

27 Mayıs ise, DP iktidarının hapishanelere doldurduğu gazetecileri, hem de 27 Mayıs sabahının ilk işi olarak özgürlüğüne kavuşturdu. Basın üzerindeki yasaklayıcı, kısıtlayıcı, basın özgürlüğünü daraltıcı yasa ve yönetmelikleri temizledi. Çıkardığı basın yasası ile, basın çalışanlarına büyük haklar sağladı.⁴

27 MAYIS’IN DEVRİMCİ KABARIŞ VE İNİŞLERE BAĞLI YÜKSELİŞİ VE GÖZDEN DÜŞMESİ
27 Mayıs’ın 50 yıllık ömründeki kaderi, tarihteki bütün devrimlerin kaderi gibi olmuştur. Toplumda devrimciliğin, devrimci mücadelenin yükseliş yıllarında yere göğe konmayan 27 Mayıs, gericiliğin egemen olduğu yıllarda geminin bordasından atılmış, üzerinde “darbe, darbe” diye tepinilmiş, lanetlenmiştir. Bugün böyle bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye’de devrim ve karşı-devrim, ikincilerin gücünün ağır bastığı koşullarda, ideolojik ve siyasi bakımdan göğüs göğse bir çarpışma içindedir. Bu çarpışmanın alanlarından biri de 27 Mayıs’tır.

27 Mayıs 1960 askeri müdahalesi, içerde DP iktidarının baskılarına ve parlamenter faşist bir diktatörlük kurma çabalarına karşı gençliğin, üniversitelerin, aydınların, basının, muhalefet partilerinin (CHP ve CKMP) yükselen mücadelesinden güç alarak gerçekleşti.

27 Mayıs müdahalesinin hazırlandığı ve gerçekleştiği yıllarda, içerde kitle mücadelesi yükselirken, dışta da dünya çapında devrim dalgası yükseliyor, ezilen dünya ülkelerindeki Bayar-Menderes türü iktidarların başlıca dayanağı olan ABD emperyalizmi geriliyordu. Vietnam’da, Kamboçya’da, Endonezya’da, Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Filistin’de, Cezayir’de ABD işbirlikçisi ve Batı yanlısı hükümetler ya bir bir devriliyor, ya da büyük darbeler alıyordu.

27 Mayıs içte ve dışta yükselen bu devrimci dalgadan güç alarak gerçekleşirken, kendisi de daha büyük bir devrimci yükselişin yolunu açtı. 1960’lı yıllarda Türkiye, tarihindeki en büyük kitle mücadelelerine sahne oldu.

Bu yılların 27 Mayıs değerlendirmelerine, devrimcilik, tarihsel materyalist gerçekçilik ve bilimsellik damgasını vurdu. Kitle mücadelesinin ve devrimciliğin yükselişte olduğu 1960 ve 70’lerde, 27 Mayıs konusunda Türkiye’nin siyasi fikir hayatında, özellikle de sol’da, aşağı yukarı bir fikir birliği de vardı. Bu fikir birliği, 27 Mayıs’ın, Türkiye’nin yüz yıllık demokratik devrimler mücadelesinin bir parçası; bu anlamda da ilerici ve sol bir hareket olduğu değerlendirmesine dayanıyordu.

12 Eylül darbesi ile girilen dönemde, birçok konuda olduğu gibi demokrasinin içeriği ve askeri ve sivil olanla ilişkisi konularında da, bilimsel ve tarihsel gerçeklikten uzaklaşan büyük bir kavram çarpıtması yaşanmaya başladı.

Türkiye’de 12 Eylül faşist diktatörlüğünün baskısı, dünya çapında devrim dalgasının geri çekildiği ve Batı merkezli emperyalist-kapitalist sitemin yeni bir atağa kalktığı koşullarda yaşandı. Üst üste gelen bu üç olgu, Türkiye sol’u ve aydınları arasında büyük bir ideolojik sağa kayışa yol açtı. Bu sağa kayıştan 27 Mayıs konusundaki değerlendirmeler de nasibini aldı.

2000’lerin ilk on yılı biterken, dünya yeni bir devrimci kabarışa sahne olmaya başlamıştır. Türkiye, bu kabarışı 1920’lerdekine benzeyen bir devrimci durum sürecine girerek yaşamaktadır. Yaşanan ve girilen sürecin diğer sonuçları başka yazıların konusu. Konumuz bakımından sonucu ise, hiç kimsenin kuşkusu olmasın, 27 Mayıs’ın önümüzdeki yıllarda, toplumumuzun ezici çoğunluğunun gözünde devrimler tarihimizdeki onurlu yerini tekrar alması olacaktır.

Dipnotlar:

¹ Aksiyon, Sayı: 803, 26 Nisan 2010; tarih NTV, Sayı: 16, Mayıs/2010; Umran, Sayı: 189, Mayıs/2010.

² 50. Yılında 27 Mayıs Yargılanıyor, Nazlı Ilıcak, Doğan Yayıncılık, Birinci Baskı, Mayıs 2010.

³ Helsinki Yurttaşlar Derneği ile Heinrich Böll Stiftung’un düzenlediği ve 21-22 Mayıs günleri Bilgi Üniversitesi’nin Santral İstanbul Kongre Merkezi’nde yapılan ”Türkiye'de darbeler tarihinin başlangıcı olan 27 Mayıs 1960 darbesinin 50. Yıldönümünde ‘Darbelerin Türkiye Siyasetine Etkileri Konferansı’”nın ayrıntıları hakkında bkz: Günlük gazetesi, 17 Mayıs 2010. Açılış konuşmasını Prof. Dr. Mete Tunçay'ın yapacağı konferansın konuşmacılarını, mandacılar cephesinin “her marka-her eğilim”den sözcüleri oluşturuyor: Mithat Sancar, Ahmet İnsel, Ülkü Azrak, Osman Doğru, Serap Yazıcı, Turgut Tarhanlı, Ergun Özbudun, Murat Belge, Levent Köker, Tarık Ziya Ekinci, Sezgin Tanrıkulu, İpek Çalışlar, Nazlı Ilıcak, Ali Bayramoğlu, Nadire Mater

* Bu konuda bkz: Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Kaynak Yayınları, 4. Basım, Ağustos 2006, İstanbul.

** 27 Mayıs’ın devirdiği DP Hükümetlerinin Genelkurmay Başkanı R.Erdelhun’u MBK üyesi Şefik Soyuyüce şöyle anlatıyor: “Düşünün ki o zamanın Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun, o zaman [1954 yılında] 51. Tümende Tümen Komutanı idi. Biz de Ataları Orta Asya’dan, Avrupa’nın ortalarına, Viyanalara kadar at üstünde gitmiş olan bir neslin çocukları olarak, bize Amerika’dan gönderilen katırların nallanmasını öğrenmek üzere kursa tabi tutulmak üzere 51. Tümene çağrıldık. Ağrımıza gitmekle beraber kalktık gittik. Orada çok enteresan bir şey oldu. Bizim oraya gidişimiz öğleyi buldu. Askeri mahfelde –Orduevi demek mümkün- öğlen yemeği yiyeceğiz. Tümen komutanını bekliyoruz. Kumandan masasına oturacak, biz de diğer subaylar yemeğimizi yiyeceğiz. Benim rütbem daha üsteğmen. Biraz sonra Tümen komutanı geldi. Yanında parkalı bir kişi var. Bu bize katırların nallanması kursu gösterecek Amerikalı çavuş.

Bizim Tümen Kumandanı ile beraber kapıdan girdi, bir vestiyer vardı girişte. Tümen Komutanı Amerikalı çavuşun parkasını aldı ve vestiyere kendisi koydu. Bu bizi son derece yaraladı. Bununla da kalmadı, Amerikalı çavuşla beraber General aynı masayı paylaşarak yemek yedi. Bu da bizi son derece yaraladı. Amerikan ordusunda da böyle bir kural, böyle bir gelenek yok. Bir çavuş bir generalle oturamaz. Subayla bile oturamaz. Bizim generalimiz hem de bir nalbant çavuşu ile -nalbantlığı hor gördüğüm için söylemiyorum- kendini aynı düzeyde tutuyor, ama bizde bir hiyerarşi var. Yemek yendi. Ama kendi aramızda ‘Ne biçim mantık?’ diye söylenmeye başladık. Yemek bitti, kumandan kalktı, biz de kumandana saygı için hep beraber ayağa kalktık. Gitti vestiyerden parkayı aldı, tuttu bizim General Amerikalı çavuşa giydirdi. Anladık ki biz, generallerimiz bizsiz haklarımızı savunacak mertebede insanlar değilmiş. Büyük üzüntüye kapıldık.” (Gazeteci N. Çavdar’ın, 7-8 Nisan 2001 günü Ankara’da İP’nin düzenlediği “Halkçı-Devletçi Ekonomi Kurultayı”na katılan Şefik Soyuyüce ile kurultay salonunda yaptığı söyleşiden; bkz: Necati Çavdar’la Ufuk Turu 1 içinde “Beyaz İhtilal’den Darbeye: 27 Mayıs”; kendi yayını, 2003, Ankara)


Bu konuda geniş bilgi için bkz: Naim Tirali, Karanlığa Işık Tutmak, Yön Yayıncılık, Birinci Baskı, Temmuz 2000, İstanbul. Vatan gazetesinin ortaklarından ve yazarlarından olan edebiyatçı (öykücü, denemeci), CHP eski Giresun Milletvekili Naim Tirali, 1959 yılında Vatan’da Başbakan A. Menderes’le ilgili Amerikalı bir gazetecinin yolsuzluk ima eden bir haberini yayımlamak nedeniyle cezaya çarptırılıp hapse atılır. N. Tirali ile birlikte gazetenin Yazı İşleri Müdürü Selami Akpınar da cezaya çarptırılır ve tutuklanır. 2000 yılında, 27 Mayıs’ın 40. yılında, kendisi ile Ulusal Kanal’da yaptığımız söyleşiye Tirali şöyle başlamıştı: “Bugünlerde basında 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül’ü bir tutan çok sayıda yazıya rastlıyorum. Bu büyük bir yanılgı ve yanlıştır. Bu yanlışı gazetecilerin yapması ise, vahimdir. 27 Mayıs, başta ben olmak üzere, gazetecileri hapishaneden çıkardı; 12 Mart ve 12 Eylül ise, sayısız gazeteciyi hapse attı. Bir tek bu bile 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül’ün birbirine zıt hareketler olduğunu ispatlamaya yeter. Her üç askeri hareketi de yaşamış bir gazeteci olarak şunu söyleyeyim ki, hiç kimse bana, cezaevine atılmış bütün gazetecileri hem de ihtilal sabahı hapishaneden çıkaran 27 Mayıs ile gazetecileri cezaevine dolduran 12 Mart ve 12 Eylül’ü aynı kefeye koyduramaz. 27 Mayıs’ın basın mesleğine sağladığı diğer hak ve hürriyetleri ise, hiç saymıyorum. İsteyenlere o günlerde bu konuda yazdığım makaleleri gönderebilirim”.

Arslan Kılıç
Teori Dergisi Genel Yayın Yönetmeni